"Yaralı bir kalpten, örselenmiş bir ruhun derinlerinden çıkar "Yaprak Fırtınası."
Kolombiyalı Gabriel Garcia Márquez, tüm Latin Amerika'da Gabo olarak bilinen yazar, romancı, hikâyeci ve oyun yazarıdır. 20. yüzyılın en önemli yazarlarından birisi olarak nitelendirilir. 1972'de Neustadt Uluslararası Edebiyat Ödülü'nü ve 1982'de Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanmıştır. Garcia Marquez öykü yazmaya 1940'ların sonlarında başladı. Yayımlanan ilk önemli yapıtı "Yaprak Fırtınası"ydı. Gerçekçilikle düşsel öğeleri birleştiren kendine özgü üslûbu ve sonraki yapıtlarının da arka planını oluşturan düşsel Kolombiya köyü Macondo ilk kez bu kitabında ortaya çıktı. Garcia Màrquez, en tanınmış romanı Cien Anos De Soledad'ı (Yüzyıllık Yalnızlık, 1974 ) Meksika'ya ilk gidişinde yazdı. Düşsel Macondo köyünün ve köyü kuran Buendia ailesinin geçmişini anlatan yapıt yalnızca bir Kolombiya tarihi değil, evrensel düzlemde insan yaşantısı üzerine bir mitos ve bir efsanedir.
Eserde iyi ile kötünün ölçüsü, bu sınırın çizilişinde dinî ve gelenekçi hayat görüşünün belirleyiciliği okuyucunun terazisine sunuluyor.
Bir doktor düşünün. Kolektif şekilde ötekileştirilen, tüm Macondo halkının nefretiyle her gün yüzleşen ve sonunda dayanamayıp kendini öldüren.
İşte terazimizin hassasiyeti tam olarak bu noktada devreye giriyor. Sizleri bilmem ama benim vicdan terazimin "doktor kefesi" daha ağır basıyor.
“Hiç bir yurttaş onu gömmesin, ardından ağlamasın, gömülmeden kalıp ağıt yakılmanın onuruna erişmesin de pusuda bekleyen akbabalara yem olsun..."
"Doktor, o zaman beni ölümden döndürmüştü. Ona borcumun ne kadar olduğunu sorduğumda şu cevabı vermişti; "Hiç bir borcunuz yok, Albayım. Lâkin bana bir iyilik yapmak isterseniz, bir sabah beni kaskatı bulduğunuzda, üstüme birkaç kürek toprak atın! Atın ki akbabalara yem olmayayım."
"Cenazeye neden hiç kimse gelmedi bilmiyorum. Yalnızca biz geldik, büyük babam, annem ve ben. (Albay'ın torunu)
Aslında tüm hikâye bu üç kısa metin minvalinde başlıyor, şekilleniyor ve sonlanıyor. Fakat alt metinler oldukça dramatik. Tam bir ahlâki- toplumsal çürüme (aynı zamanda çözümleme) örneği diyebilirim. Eserdeki olaylar, ölüm günü haberi iple çekilen; tüm kasabalıların hastalıklı nefret duydukları ve el birliğiyle değersizleştirip ötekileştirdikleri bir doktorun intiharıyla başlıyor. Kasabalılar doktorun ölüm haberini öyle hoşnut karşılıyorlar ki dudaklarından şu sözler dökülüyor. “Şeytanı gömmek için güzel bir gün.” Gerçekten kan dondurucu bir cümle. Her ne olursa olsun, bir can yitimi hastalıklı bir nefretten çok daha mühim.
Olaylar bu noktaya nasıl geldi, doktor tüm kasabanın hastalıklı nefretini hak edecek ne yaptı? Kısaca bahsetmek istiyorum.
Her sey, uzun yıllar evvel dev bir muz şirketinin kasabada faaliyet göstermesiyle başlar. Şirket zamanla yok olup gider fakat sömürüsünden artakalan çürümüşlük kol gezer. Bu öyle bir çürümüşlük ki kimse bu çürümüşlüğün kasabaya yaydığı kokuyu duymaz. Bu çürümüşlük kokusu en çok da bile isteye ölümüne sebep oldukları doktorun cenazesiyle gün yüzüne çıkar. Kasabalıya göre doktorun onlardan esirgediği merhametin rövanşını alma zamanı gelmiş ve şeytanı gömme vaktidir. Halbuki muz kumpanyası gelip de demiryolu işleri başlayana kadar kasabadaki tek doktor odur. Ta ki muz şirketinin kendi işçileri için sağlık ocağı açmasına değin...
Kasabalı artık doktora tedavi olmuyordu. Doktor da kasabalılara kırılmış olmalı ki kendini eve kapatamış ve bir daha da kapısını kimseye açmamıştı.
Albay, kasabalılardan farklıydı.Ona merhamet duyuyor, ona acıyordu. Üstelik bir can borcu da vardı. Bu can borcunun ağırlığıyla “şeytanı besliyoruz” diyen karısına dahi karşı çıkmış; “Ona bakmamız gerek. Dünyada bizden başka kimsesi yok! Bir insan olarak anlaşılmaya ihtiyacı var.” diyordu.
Kasaba giderek zenginleştiği halde herkese iş var,doktora yoktu.Doktor, her şeye rağmen umutluydu. “Hele şu yaprak fırtınasına bir alışalım, bunların hepsi geçer.” Diyordu. Muz şirketinin doktorları yalnızca onun hayattaki uğraşını fiilen elinden almakla kalmamış, unvanına da göz koymuştu. İtibarsızlaştırma, ötekileştirme ve hastalık derecesindeki nefret politikaları; doktoru intiharın eşiğine çoktan getirmişti. Yine de umudunu yitirmeden yaşamaya direndi. Fakat, bir ayağıyla efendi diğer ayağıyla köleydi. Hatta birkaç kez belki kasaba berberinde yüzü usturadan yaralanan biri olur da bana iş çıkar ümidiyle berberin önünde bekledi.
Fakat bu kez de berberin kızına aşık olduğu dedikodusuyla yüzleşti. Bu gerçekten garipti. Çünkü berberin kızı zihinsel engelli ve evinde kilitli tutulan biriydi. Daha önce kasabalıdan hiçkimse de bu kızcağızı görmemişti.Doktor nasıl görebilir,üstelik aşık olabilirdi?
Doktor asılsız dedikodular karşısında zaten uzaklaştığı kasabalıdan daha da uzaklaştı. Tam tersini istiyor olsa da yitirdiği değeri kimse geri vermeye meyilli değildi.Aksine ona acınası bir hayvana bakar gibi merakla bakıyor ve öleceği günü şölen ilan edeceklerdi.
Muz şirketi gittikten sonra kasaba ıssız, hizbe bir hal aldı. Siyasi bir grup kasabada kriz ve kaos ortamı yaratmış ve karşı çıkan kasabalıların da bir kısmını yaralı bırakıp, bir kısmını da ölüme mahkum etti. Ölüme direnen yaralılar, yıllardır yok saydıkları doktorun kapısında yardım dilendi. Doktor kasabalılara kırgın ve kızgın olduğu için kapıyı açmadı. İşte o andan sonra tüm kasaba halkı zaten sevmediği doktora iyice diş biledi. Kızgın kasabalılar avazları çıktığı kadar bağırarak doktor hakkında ortak fermanlarını bildirdi.
“Hiç bir yurttaş onu gömmesin, ardından ağlamasın, gömülmeden kalıp ağıt yakılmanın onuruna erişmesin de pusuda bekleyen akbabalara yem olsun..."
Albay’a gelince, tüm doktorlar öleceğini söylerken, intihar eden doktor ona yeni bir hayat armağan edercesine, meslektaşlarına meydan okurcasına itinalı tedavi etmişti. Albay artık borçluydu. Ne kadar borcu olduğunu sordu. Doktor ise hakkında çıkan fermanı anımsayıp “”Borcunuz yok Albayım” dedi ve ekledi. “ Ama bana bir iyilik yapmak isterseniz, bir sabah beni kaskatı bulduğunuzda, üstüme toprak atın. Atın ki akbabalara yem olmayayım...” dedi. Albay tek kelime etmeden başıyla onay verdi.
Ve artık can borcunu ödeme, sözünü tutma vakti gelmişti. Albay köşeye sıkışmış halde, küskün ve kin dolu bir güruhun nefreti ve günah karşısında korkusuzluğuyla kuşatılmışken bu defin işlemlerini nasıl halledecekti?! Zira kasabalılar uzun zamandır bekledikleri haberin tadını çıkarıyor, o gün açılmayan kapının ardındaki organik çürümenin kokusunu duymak için beklemekteydi. “Elbet o cesedin kokusunu duyacağız” dedikleri zamanlar nihayet gelmişti. Albay öfkeli kasabalıdan korkar haldeydi. Her şeye rağmen kızını ve torununu alıp doktorun evine gitti, sözünü yerine getirdi.
Kitap işte böyle dostlarım, bizi asıl mahvedecek olan kendi aramızdaki anlaşmazlıklar, kendi aramıza serptiğimiz ve yeşermesine izin verdiğimiz nifak tohumlarıdır. Ve inanın bu dünyada hiç bir şey bir insan enkazından korkunç değildir.
Bir Not: Kitapla ilgili teknik kısmına gelecek olursam, aynı olayların üç ayrı gözden ( Albay, albayın torunu ve kızı) aktarılıyor olması biraz karışık bir hikâyeymiş hissi yaratıyor. Fakat üç ayrı gözlem ve geriye dönük bir anlatıma sahip oluşu sizi telaşlandırmasın, ilerleyen sayfalarda gayet anlaşılır hale geliyor. Çünkü hikâye kendini okutturacak ve merak güdünüzü tetikleyecek öyle gizemlere sahip ki; siz, kim ne demiş, ne zaman demiş, neden demiş, niye demiş? (5N1K) diye düşünürken bir anda kasabanın sâkini oluyorsunuz. Fakat kasaba hemen kucaklamıyor, “tarafını seç” tavrıyla karşılıyor. Bu ahlaki ikilem acaba kasabalılar mı, yoksa doktor mu haklı ? diye düşündürüp sorgulatıyor.