26.12.2020
Unutma Beni Apartmanı
Yıl 1995, ablam üniversiteyi kazanmış; ben henüz sekiz yaşındayım. Beynime, kalbime yazıyorum ne varsa; ailenin tüm hissini, heyecanını, endişelerini…
Annem ablamın arkasından hep ağladı. Zaten ya uyur ya ağlardı. Ablamın resimlerini yere serer, ciğeri dağlanmışçasına onunla konuşurdu sessiz sessiz: "Kızım, ben sensiz yaşayamıyorum kızım.” Sonra içli bir türkücüye dönüşüverir, kesik kesik nefeslendikten sonra sesi bitmek bilmeyen bir ağıt oluverirdi: "Kızım neden konuşmuyorsun benimle, küs müyüz? Hadi konuş yavrum! Kaç gündür de aramıyorsun, fotoğraflarında da konuşmuyorsun. Üşümüyorsun elin memleketlerinde, değil mi?" Babam eve gelene kadar mırıl mırıl mırıldanırdı. Böyle durumlarda uzaktan izlerdim annemi. Üşüyenin giden değil de kalanlar olduğuna kanaat getirirdim. Beni unutmuşlardı ya da zaten hiç yoktum. Kendimi anneme ben hatırlatmak istedim. Şiirler yazar okurdum, dinlemez umursamazdı. Dokunmadan geçti çocukluğum.
Ablama her hafta mektup yazar postalardım. Posta memurunun beni tanıdığı kadar- hatta daha fazlası- tüm yurtta da tanınır olmuşum. Ablam herkese mektuplarımı okurmuş meğer! Ama bir Allah'ın kulu anlamamış ya da anlamayı istememiş derdimi. Çocukluğun doğallığıyla evde olup biten ne varsa hırsız bir fare misali bir peynir gibi çekmiş ifşa etmişim ablama ve bilmeden de olsa tüm öğrenci yurduna. Eğleniyorlarmış. Ben acı çekiyordum oysa kimse fark etmedi. Kimseye dokundurmadan yaşamışım; kendime saklamış, saklanmışım. İstemişim ki saklandığım yerden bulsunlar, çekip çıkarsınlar beni. Ne yazıktır ki kimse aramamış tam oracıkta unutulmuşum. Duygularını tüm doğallığıyla aktaran bu çocuğu neden kimse fark etmedi? Neden kimse annemi sarsıp benim var olduğumu, varlığımı hatırlatmadı?
Babamın düz şeritli mavi-beyazlı bir şezlongu vardı. Ablam geleceğini her muştuladığında ev karanlıktan kurtulur, annemin gözyaşları diner, onca hazırlık yapılırdı. Babam yolun kenarına şezlongunu açar, başlardık maaile otobüsü beklemeye. Tam iki saat çıt çıkarmadan geçip giden otobüslere baktığımız olurdu ve ablam inerdi otobüsten. Evimiz ne şenlenirdi o vakitler! Bayramdan bile daha güzeldi.
Yıllar geçti, ben üniversiteye gittim. Nihayet o gün gelip de o meşhur otobüsten ben indiğimde bekleyen kimsem olmadı. Her defasında omuzlarım çökkün bir şekilde eve girerdim. Kötü bir şaka gibiydi. Hani biri espri yapar da kahkahadan kırılır ya ortam; sonra başkası espri patlatır kimse gülmez, üstüne yan yan süzerler adamı? İşte öyle kötü bir şaka! Her dönüşümde küskün dönerdim okula. Son defasında gece hava buz gibi ayazdı. Annem “Sen şu odada, ablanlar da bu odada uyusun,” dedi. Tavan boyası nemden pul pul üzerime dökülen, buz gibi soğuk, sobasız bir odada, yan odadaki odun çıtırtılarının sıcaklığını düşünerek ağlamaktan patates gibi olmuş gözlerle sızakaldım. Üstüme keskin nişancıların sabaha kadar sektirmeden attığı kireç tanelerinin, saçlarımdan kirpiklerimin arasına kadar girmeyi başarmış boya döküntülerinin içinde uyandığımda kutupta sinirleri boşalmış bir bedevi gibi hissettim. Belki de bedevi bir ayıydım ve o ayı ağladı. Sabah her yerimi saran kireç tanelerini silkeledim; küsmüştüm. Hep dokunmadan yaşamış fakat bu kez dokunmadan yaşadıklarım kanıma dokunmuştu. Hazırlandım ve valizimi aldığım gibi çıktım evden. Babam evin önündeydi “Uğurlar olsun,” dedi, o kadar. O mavi-beyaz çizgili aptal şezlongunu benim için bir kere bile açmayan babam, kuru bir ‘uğurlar olsun’la beni uzaktan uğurladı. Bir daha tatillerde eve gitmedim. Oysa üzerime sabaha kadar yağan kireç boyası değil, sevgi olmalıydı. Sahi sevgi neydi? “Ta anasının...” diyesi geliyor insanın. Ben o gün gerçekten küstüm. Bilmem bu kaçıncı küsüşüm, kaçıncı infazım, kaçıncı kırılmışlığımdı…
Kitaplar okudukça sizi de benim gibi derinlere itiyor mu? Bana sanki beni parçalamışlar da benden binlerce kitap yazmışlar gibi geliyor. Okudukça parçalarımı topluyor sanki bana çok görülen aile sevgisini arıyorum. Kalbimin derinlerinde bir köksüzlük hissi, hiçbir yere ait olamama düşüncesi: Mülteci gibi. Bana “Nerelisin?” diye sorduklarında ciddi ciddi düşünür kesin bir cevap veremezdim. Ben ne o eve aittim ne de o evin taşı toprağı köklerime değmişti. “Ne bileyim ben nereliyim!” derdim. Bir yerde doğmuşum, bir yerde okumuş başka bir yere oradan daha başka bir yere anlamımı bulmaya çalışmışım. Aslen kimsesizim. Kütükte yazanın ne önemi var?
Velhasıl yazdıklarımdan çıkardığınız her sonuç, Unutma Beni Apartmanı'nın konusu, duygusu, üzüntüsü. Kalbimin ince yerindeki damarın üzerine çıkıp yay gibi gerip gerip bırakan yazarımız Nermin Yıldırım beni yine etkilemeyi başardı. Haritasız, pusulasız, rotasız, dümensiz; sevgisiz, annesiz, babasız ve güvensiz. Bilmeden yaşanmış onca yıl, kırık dökük bir kalpten ibaret kahramanımız. O ne kadar kırık dökükse Nermin Yıldırım'ın kalemi o kadar güçlü ve iddialı şöyle diyor: "Çok eskiden, tarih kadar eski bir zamanda, bir yerlerde öyle büyük bir boşluk açılmıştı ki, kaybını kaldıramayacaklarımın varlığına da tahammül edemez olmuştum."