Savaşın Adı: BERLİN
Gelin, buram buram savaş kokan bir şehre ve bu savaşı tarihlerinin utanç tablosu olarak gören bir ülkeye gidelim bugün.
Öyle ki şehrin sokaklarında yürürken bir çok yerde II. Dünya Savaşı’nın kanlı fotoğrafları, arkasından şehri ikiye ayıran bir duvar ve yaşattığı yıkımlar gözünüze çarpıveriyor. Ben bu manzaraları hayalimde canlandırırken bile böyle ürperiyorsam, düşünün ki bunu yaşayan insanlar neler hissetti?
Nedendir bilmem ama bana Almanya denildiği zaman; aklıma İkinci Dünya Savaşından ziyade Berlin Duvarı gelir. Bildiğiniz gibi 2. Dünya savasından sonra Almanya, işgalci güçler İngiltere, Fransa, Amerika ve Sovyetler tarafından bölüşülmüştür. İş Berlin’e gelince bu devletler arasında anlaşmazlık çıkmış ve Berlin ortadan bölünmeye karar verilmiş. Tabi bu işgaller, bu topraklarda farklı sonuçlar doğurmuş ve daha baskıcı bir rejim olan Doğu Almanya’dan Batı Almanya’ya kaçışları engellemek için 1961 yılında bir duvar inşa edilmiştir. İşte bu duvardan günümüze arta kalan, yaklaşık 1.3 kmlik uzunluğu kaplayan Berlin duvarının bir kısmı yıkılmamış ve belki de savaşa verilecek en güzel cevap ile süslenmiş; ‘SANATLA’.
Farklı ülkelerden gelen ressamların grafitilerinin yer aldığı ‘East Side Gallery’, Berlin duvarının günümüze ulaşan büyük bir acık hava sanat galerisine ev sahipliği yapıyor. Barış temalarının en güzel işlendiği örneklerden biri olan bu galeri, geçmişten almamız gereken dersler niteliğinde. Bu resimlerden en ünlüsü ‘Kardeş Öpücüğü’ olarak da bilinen Sovyet politikacı Leonid Brezhnev ile Doğu Almanya Politikacısı Erich Honecker’ın birbirini dudaktan öptüğü grafiti. Genellikle turistlerin gözdesidir bu resim, bu yüzden duvarın en kalabalık insan topluluğunu burada görebiliriz. Ya da ben pek turistik iş sevmem diyorsanız daha da güzel grafitiler var haberiniz olsun, vakit kaybetmeyin yola devam edin :)
Bana göre Berlin’in sembolü Brandenburg kapısıdır; hani şu Nazi akımının da simge haline getirdiği heybetli giriş kapısı. Bu kapı, Doğu ve Batı Almanya bölünmesi sonucu kapatılmış ve iki taraftan geçiş yasaklanmış. Fakat duvarın yıkılmasıyla beraber, kapı tekrar açılmıştır. Bu yüzden aslında bir nevi Alman halkının kavuşması, birleşmesi anlamına da geldiği için önemlidir. Almanların ‘Reichstag’ dediği meşhur şeffaf kubbeli parlamento binası da buraya yürüme mesafesindedir. Avrupa’da bir çok parlamento binasını gördüğümü düşünürsek bana göre en başarılılarından sayılabilir. Sadece görsel olarak değil; anlamı da derindir, çünkü binanın girişinde ‘Alman Halkına’ yazar. Hatta bazı kaynaklar, bu kubbenin şeffaf yapılmasının da bir sebebini, kubbenin tam olarak parlamento ana salonun altına gelmesi ve halka açık olan ziyaretlerin parlamento oturumunu canlı olarak izleyip gözlemleyebilmesi olarak açıklar.
Avrupa’da Öldürülen Yahudiler Anıtı. Gördüğünüzde mezar taşlarını andıran bu anıtlar aslında sembolik olarak inşa edilmiş 2.711 tane beton bloktan oluşuyor. Bir labirenti andıran bu mezar taşı görünümlü anıtlar içine girdiğinizde sizde kaybolma hissi yaratabilir, ya da bir an önce bu depresif havadan kurtulmak isteyebilirsiniz. Fakat unutmayın yaratılmak istenen de bu duygudur aslında bana göre. O dönemi anlayıp, hissedebilmeniz için bir nevi bu labirentte kaybolmanız gerekir ki; kurtulduğunuzda hayatın kıymetini daha iyi anlayabileseniz.
Ve hemen yanında, Yahudiler adına bir de müze vardır. Süphesiz beni en etkileyen müzelerden biri olmuştur bu; öldürülen ve kaybolan ailelerin savaş öncesinde yaşadıkları mutlu aile tabloları; hemen yanında savaş sonrasında bu ailelere neler olduğu anlatılır; bazılarının o dönemi anlatan günlüklerinden anekdotlar verilir. İşte o günlükler ki insanların umutlarının bittiği zaman yaşamlarının da aslında bittiğinin en güzel örneğidir.
Aslında çoğu Avrupa ülkesinde değişmeyen bir şey vardır; o da ana bir meydan ve o ana meydanın ünlü kilisesi… İşte Berlin’in bu dediğimiz ana meydanı AlexanderPlatz’dir. Bu meydana yürüme mesafesinde olan barok mimarinin güzel bir örneği Berliner Dom (ana kilise), Spree nehrinin kıyısında ihtişamla gülümser size. İşte burada fazlaca zaman geçirip bir Berlin havasını solumalısınız. Yüzünüzü verin kiliseye, arkanıza alın DDR müzesini, kapatın gözlerinizi ve yaşayın o anı… Şüphesiz kendini dinlemek en güzel şey. Bu arada DDR müzesi demişken, bana göre mutlaka görülmesi gereken bir müzedir; özellikle Doğu Almanya hakkında detaylı bilgi alabilmek ve yaşanan dönemi interaktif bir şekilde deneyimlemek isteyenleriniz için…Sonra yürüyün bir Müzeler Adasına doğru… Pergamon Müzesi bu 5 müzenin içinde en bilinenidir; eh bizim için de önemlidir aslında çünkü müzede bulunan çoğu kabartmalar Osmanlı topraklarından Berlin’e getirilmiş.
Söylemekte yarar var; Almanların öyle kendilerine ait bir mutfakları yok; en ünlü yemekleri currywust (salçalı sosis) dışında. Fakat farklı kültürlerin yemekleriyle size sayısız opsiyon sunan ve sizi doyuran bir sehir. Özellikle Doğu mutfağı sehri baya domine etmiş. Fakat aman deyim bira ve çikolata tatmadan dönmeyin. Zira bu konuda epey başarılılar. Efendim ben lokal bir yer keşfedeyim diyorsanız kesinlikle Berlin’in ilk restorantı olan Zur Letzten Instanz’a gitmelisiniz. Kendisi aynı zamanda Napolyon’un da ziyaret ettiği bir restorandır.
Berlin tabiki de bu kadarla sınırlı değil; özellikle şehri yürüyerek dolaşmak neredeyse imkansız. Fakat siz yine de yürüyebildiğiniz kadar yürüyün efendim. Çünkü her şehir gibi Berlin’in de kendine ait havası var ve o havada kaybolmak için önce şehri keşfetmeniz, onunla bütünleşmeniz gerekiyor. TSCHÜSS…