Puder'in Torunu
Aylin B.
03.10.2020
Charlotte Perkins Gilman’ın Sarı Duvar Kağıdı Öyküsünde Histeri ve Feminist Mücadele
“Ay ışığı çıkar çıkmaz o zavallı şey dolanmaya, deseni sallamaya başladı. Hemen koşup ona yardım ettim. Ben çektim o salladı, ben salladım o çekti; sabah olmadan duvar kağıdının çoğunu sökmüştük bile.”
Feminist yazımın ve cinsiyet eşitliği mücadelesinin önemli isimlerinden Charlotte Perkins Gilman, yazarlık serüveninin başlarında kaleme aldığı Sarı Duvar Kağıdı öyküsü ile döneminde domino etkisi yarattı ve bu etki günümüze dek ayakta kalmayı başardı. 1860 yılında doğan Charlotte, özellikle Batı’da kadınların boşanma haklarının yasalar tarafından yeni yeni ve yalnızca sınırlı bölgelerde tanındığı, evli kadın ve erkeğin yasa önünde tek bir kişi sayıldığı –ve o kişinin elbette ki erkek kabul edildiği-; kadınların okumasının, yazmasının, üretmesinin tıp kitaplarınca sakıncalı bulunduğu bir çağda gözlerini açmıştı. Kendini geliştirip bağlandığı bu zincirlerin farkına varmış mutsuz kadınlara “histerik” damgası yapıştırılıyor, histerinin rahimle alakalı bir kadın hastalığı olduğu iddia ediliyor -ki histeri kelimesinin Yunanca kökeni de zaten rahim kelimesinden geliyor- ve kadınların “nazik sinir sistemlerinin” ağır zihinsel çalışmaları kaldıramayacağı düşünülüyordu. Üstelik histerinin semptomları öyle genişti ki: uzun uzun bakmak, iç çekmek, keyifsiz olmak… Yani mutsuz bir kadının normal şartlarda sergileyeceği birçok davranış kolayca hastalığa yorulabiliyordu. Bayılmak da bu semptomlardan biriydi ki bu oldukça ilginçti, çünkü dönemin ahlak ve davranış kurallarını belirleyen kitaplarda kadınların iffetsizlik veya şaşırtıcı olaylarla karşılaştığında bayılması uygun görülüyor, hatta toplum tarafından bekleniyordu. Cinsel isteğin çok olması veya hiç olmaması da semptomlara dahildi; oysa kadınların cinsel olarak tatmin olmaları zaten imkânsız ve dolayısıyla gereksiz kabul ediliyor, olanların da şeytanla iş birliği yaptığına inanılıyordu. Kısacası, histeri her yerdeydi ve kaçacak yer yoktu.
Charlotte, 1884 yılında dönemin ünlü ressamlarından Charles W. Stetson ile evlendiğinde domestik hayatın ona göre olmadığını hemen anlamıştı. Evliliklerinin ilk yılında kızı Katharine dünyaya geldi fakat doğumu takip eden aylar içinde Charlotte ağır bir melankoli ve depresyon yaşamaya başladı. Bugün tıpta lohusa sendromu olarak adlandırılan hastalığın o dönemlerde henüz bir karşılığı yoktu ve 1887 yılında dönemin ünlü uzman(!) doktorlarından Dr. Mitchell, Charlotte’a histerik teşhisi koydu. Doktorun ünlü dinlenme tedavisi (rest cure) kapsamında 1 ay süren yatak istirahati ve masajlardan sonra eve gönderilen Charlotte'a doktoru "mümkün olduğunca sıradan bir ev hayatı yaşamasını”, "günde en fazla iki saatini fikirsel eylemlerle geçirmesini” ve "bir daha asla kaleme ya da fırçaya sarılmamasını" öğütledi.
“Eve gittim, üç ay boyunca bu öğütlere uydum ve zihinsel yıkımın öyle sınırına geldim ki ötesini görebiliyordum. Geriye kalan fikir kalıntılarımı kullanarak ve arif bir arkadaşımın da yardımıyla bu ünlü uzmanın öğütlerini bir kenara bıraktım ve yeniden çalışmaya başladım; her insanın hayatında olan, içinde gelişimi de neşeyi de hizmeti de barındıran, yokluğunda insanı bir yoksula, bir parazite dönüştüren çalışmaya döndüm ve nihayetinde gücümün bir kısmını geri kazandım”
1888 yılında Charlotte, kızını da alıp evi terk etti; kendisine yeni bir yaşam kurdu, sürekli olarak yazdı ve sosyal reform hareketlerinde aktif olarak rol aldı. 1892 yılında yaşadığı bu hastalıktan ilham alarak yazdığı yarı otobiyografik öyküsü Sarı Duvar Kağıdı yayımlandı. Öyküde yeni doğum yapmış ve muhtelemen lohusa sendromundan muzdarip olan, histeri teşhisi konulmuş bir kadının, geçici olarak taşındıkları evde eşi tarafından sınırlandırılarak gözlem altında tutulduğu sürece tanık oluyorsunuz. Ana karakterin eşi John bir doktor, görülmeyen veya hesaplanamayan hiçbir şeye inanmıyor. Karısını -kadın o odayı istememesine rağmen- evdeki eski çocuk odasına kapatması elbette ki tesadüf değil, ataerkinin müthiş bir örneği olan John eşine çocuk gibi davranıyor; ayrıca onun hastalığını da, düşüncelerini de ondan daha iyi anladığına katıksız bir şekilde inanıyor ve kadının fikirlerini hiçe sayıyor. Charlotte’un odaya ve hikâyenin akışına gizlediği semboller de bize ipuçları bırakıyor: örneğin yere sabitlenmiş ve kıpırdamayan yatak kadının cinsel anlamda sınırlandırılmışlığını, penceredeki parmaklar özgürlüğünün elinden alınışını simgeliyor.
Ve tabii ki sıra meşhur “sarı duvar kağıdı”na geliyor.
Ana karakteri huzursuz eden bu kağıt, zamanla anlam kazanmaya başlıyor. Karakterimiz önce içinde ona bakan gözler keşfediyor, bazı şekilleri asılmış kafataslarına benzetiyor; sonra bu kağıdın gizli bir alt katmanı olduğunu ve burada saklanan kadın/kadınlar olduğunu fark ediyor. Bu kadınlar, parmaklıklara benzeyen ön katmandan çıkmaya, kurtulmaya çalışıyor ama çoğu başaramıyor ve işte o ölü gözlerle asılmış kadınlara dönüşüyor. Charlotte bu ön katmanla toplumu sembolize ederken, arkadaki gizli katmanla kadınların hapsedildiği dünyayı resmediyor. Öyle ki John, ne kadar baksa da arka katmanı asla göremiyor fakat evde yaşayan kuzen Jennie bunu görüyor ve hatta bundan rahatsız oluyor.
Zaman geçtikçe karakterimiz bu duvar kağıdını yırtmaya ve içindeki kadınları özgür bırakmaya karar veriyor. Bu kararı veren ilk kadın da değil üstelik; bunu yatağın etrafındaki kol mesafesindeki yırtıklardan ve ısırdığı yatağın köşesinde kendinden önce de bulunan diş izlerinden anlıyorsunuz; fakat diğerlerinin aksine o bunu başarıyor. Sonunda kapıyı kilitleyip tüm duvar kağıdını yırttığında benliği duvardaki kadınla birleşiyor, odanın halini ve yerde sürünen eşini gördüğünde “histerikçe” bayılan John’un üzerinden atlayıp geçiyor ve geri dönüp “Ne diye bayıldı ki bu adam şimdi?” diye dalga geçtiğinde, yüzlerce yıllık bir intikamı almış oluyor.
“Birkaç yıl sonra bu "harika" uzmanın arkadaşlarına, Sarı Duvar Kağıdı'nı okuduktan sonra sinir zayıflığına yönelik tedavisini değiştirdiğini itiraf ettiğini duydum. Bu öykü insanları delirtsin diye değil, delirmekten kurtarsın diye yazıldı ve işe yaradı da.”