Burak SOYER
26.02.2023
REKLAMDAKİ HAKİKAT
“Ve şimdi reklamlar…”
John Kenney, “Reklamdaki Hakikat”te “içeriden” naklen yayın yapıyor sanki. Yüksek ihtimalle kendi tecrübelerinin de yer aldığı bir romanında Tyler Durden’ı bir kez daha doğrulayarak birer “tüketici” olan bizlere, “menşei” ne olursa olsun “en iyisi” olduğunu ispatlamaya çalışan, onu almazsak bir yerimizin eksik kalacağı sıradan bir “ürünün” evlerimize kadar konuk olurken geçirdiği süreci tüm absürtlüğüyle satırlara döküyor.
“Kendinle ilgili ne söylersin ki? İnsanlar sorduğunda kendini nasıl tanımlarsın? Boy? Kilo? Peki. 1.87’yim ama ince olduğum için daha uzun gösteriyorum. Kilo alamıyorum, 85’i geçemiyorum. Kambur yürüyorum. Kulaklarımı çok büyük buluyorum. Hizmet ekonomisi, Appel-sonrası, yeni kent üniformasını giyiyorum: Blucin, süveter, iş botları. Hepsi, beyaz yakalıların mavi yakalıymış gibi giyindiği yeni ironinin parçaları. Kısmen moda, kısmen sıfır fiziki çalışma gerektiren kıyak işlerden kaynaklanan liberal suçluluk duygusu. Bir zamanlar metro, günün sonunda, kirli iş tulumları içinde, baretleri ve sefer tasları ve belki alet torbaları ellerinde, harbiden ter kokan insanlarla doluyken, şimdilerde (özellikle de Brooklyn’e giden L hattında) ölümüne hip, hayatın rahat olduğu gibi bir yanılgı içinde, 300 dolarlık eskitilmiş blucin giyen, eski havası verilmiş gözlük çerçeveleri takan, Jack Spade marka balmumlanmış çantalarında Apple bilgisayarlarını/iPhone’larını/iPad’lerini/iPod’larını taşıyan ve buram buram Jo Malone’un Lime Basil&Mandarin’i kokan adamlar dolduruyor. Bu yeni nesi yaratıcı insanlardan kim sorumlu? Modanın maymun iştahlı metresi, tabii ki. Ama –kendi açımdan- “inchoate” olan bu adamların, nesil farkı git gide büyüyen bir dünyada karışık kafalarının daha karıştığını, böylece de sürüklenip durduklarını söyleyebilirim…” Evet, “modanın metresinin” peşine takılıp “karışık kafalarının daha karıştığı”, “böylece de sürüklenip duran” insanlar gelişmiş, gelişmekte olan, az gelişmişe yakın –adına ne derseniz deyin- ülkelerin, genel olarak da dünyanın ekonomi pazarının çok büyük bir kısmını oluşturuyorlar. Çalışırken önlerinde, yolda yürürken ellerinden düşürmedikleri kahveleri, şirketlerinin verdikleri arabaları, öğle yemeğinde ne kadar yiyeceklerini şirketlerinin belirledikleri kartların limitlerine göre belirleyen, “modern esnaflar” onlar. Reklamcılar. İşleri “parlatmak”. Sıradan bir nesneyi yüzyılın icadı diye getirip önümüze koymak, onun hakkında sayısız işlev bulmak ve artık her an her yerde gözümüze sokulacak hale getirmek. Bunlar, reklam sektörünün görünen daha doğrusu o işi yapanlar tarafından “gösterilmeye” çalışılan yüzü. Bir de “arka bahçesi” var işin. New York’ta 17 yıldır reklam yazarı olarak çalıştıktan sonra The New Yorker, Disquiet, Please! gibi mecralara yazan John Kenney’in Garaj Yayınları etiketi, Haluk Mesci çevirisiyle yayınlanan “Reklamdaki Hakikat” kitabı, okuru reklam piyasasının “stroyboard”larda görünmeyen kısmına götürüyor. Hatta “suya götürüp susuz getiriyor.”
Girişteki alıntının özelliklerine sahip olan kişi kitabın ana karakteri Finbar Dolan. Kısaca Fin. Madison Avenue’nın en meşhur reklam yazarı. Birçok ünlüyle birlikte çalışmış. Televizyonda izlediğimiz birçok reklamda onun imzası var. Kafası bir film çekimi şeklinde çalışıyor. Piyasada nam salmış. Parlayan bir dünyanın parmakla gösterilen dahi çocuğu. Değil aslında.
Ama böyle görünmek zorunda. Çünkü “müşteri”, karşısında böyle bir insan görmek istiyor. Zehir gibi bir zekâ. Günümüzde, esprili bir dille yazıldığı sanılan reklam yazarı iş ilanlarındaki “Acaba hangi müşteri için nasıl bir reklam düşünüyor?” sorusunun cevabı. Ancak Fin’in bunlarla hiçbir alakası yok. Zira kendisi kayıp. Amacı sadece bebek bezi satışlarına büyük miktarlarda “katkıda bulunmak” olan bir reklam şirketinin ekibinde orta halli bir adam. Ruhunu bu pazarlama toplantılarında bırakmış, bedenini New York sokaklarında. Evlilikten son saniyede caymış. Kendisine iyi gelen meslektaşı Phoebe’yle tuhaf bir ilişkisi var. Çevresinde onu seven, en azından sevdiğini sandığı insanlar var. Şapır şapır lakaytlık dökülen ilişkiler sarmalından kafası bir dünya olmuş vaziyette gezen bir avare o. Yalanlar üzerine kurduğu yaşamında kendini ve ailesini hiç sevmeyen babasının ölüm haberini alıyor bir gün. Babası sert adam. Savaş gazisi. Annesini sopadan geçirmediği gün yok. Eşcinsel kardeşini de. Abisi Eddie’nin yumruklarıyla kendine gelse de dörde bölünmüş bir ailenin savrulmasının müsebbibi. Ama artık yok. Cesedinin yakılmasını vasiyet etmiş. İhale Fin’e kalıyor. Gecenin “tam 3’ünde” aldığı telefonla hastanede “ihtiyar, gri ve ölmüş olarak” buluyor onu Fin. 41 doları ve birkaç aile fotoğrafı çıkıyor cebinden. Fin ufak çaplı bir tokat yese de babasının cesedi kadar soğuk o da. Soğumuş çünkü çoktan. Belki de soğutulmuş. Hayali yok, ertesi güne dair bir planı yok. Kalbi yok, aklı yok, ruhu yok. Sadece Noel’e yetiştirmesi gereken, dolardan patlayacak banka hesaplarının limitlerini zorlayan “müşterilerin” gönlünü ferah tutmak var hayatında sadece…
John Kenney, “Reklamdaki Hakikat”te “içeriden” naklen yayın yapıyor sanki. Yüksek ihtimalle kendi tecrübelerinin de yer aldığı bir romanında Tyler Durden’ı bir kez daha doğrulayarak birer “tüketici” olan bizlere, “menşei” ne olursa olsun “en iyisi” olduğunu ispatlamaya çalışan, onu almazsak bir yerimizin eksik kalacağı sıradan bir “ürünün” evlerimize kadar konuk olurken geçirdiği süreci tüm absürtlüğüyle satırlara döküyor. Eğlenceli dili, yer yer vurucu insani kısımları ama en çok da okurken, “Evet, galiba işler böyle yürüyor,” düşüncesini aklımıza yerleştirmesiyle sanalın çok ötesinde, sahtelik kıyısındaki bir dünyadan “hakikatler” sunuyor.