Hasan Ali TOPTAŞ
ÖLÜ ZAMAN GEZGİNLERİ
Hazırlayan: Sinem Özcan
Yazar dediğin; aranızdaki mesafeyi hesaba katmadan, bir çift kelâmıyla seni ortak noktanıza çağırandı. Otobüs yolculuğunda A noktasından B noktasına kıpırtısız gidişini, Ramses'e, hiç zahmetsiz o benzetebilirdi ancak. Derler ya... Kırk yıl daha yaşasan şeytanının aklına böylesi bir incelik gelmezdi hani. Gerçi hayatın bu deviniminde, günlük rutinini böylesi allayıp pullamak önceliğin de olmazdı ya. Yine, bir trene en güzel anlamı yalnızca o yazar yükleyebilirdi mesela. "Gitmek fiilinin altını çift çizgiyle en güzel trenler çizebilirmiş" sözünü etmek muhattabın yazara kısmet olurdu. Nitekim olacaktı da, Hasan Ali TOPTAŞ'a...
Ölü Zaman Gezginleri ve Yoklar Fısıltısı bölümlerinde topladığı öyküleri, kitabın ve öykü sanatının Kaf Dağı'ydı. Ulaşılan bu çıtaya bir tek yazarın kendi üslubuyla geliniyordu hatta. Tekrarına muhtaç kalınsa ve yazarı şu an çekip gitse bir yerlere, belki sonsuzluğa, yerine konulacak muadili yoktu.
Balkon adlı ilk öyküsünde; "Dalıp gitmeler, birbirimize doğru eriyip akarcasına gülümsemeler, kirpik düşürüp kaş kaldırmalar sözlerden daha anlamlıydı." diye tasvir edecekti daha yeni tanışan, birbirine meyleden iki gönülü. Duruşun diliydi bu, bakışın, nefes alıp verişin, belki irkilişin dili. Konuşmaya başladı mı manipülasyonun kitabını yazan insanın ne hissettiğini suretten okuyacak, kısa bir "an"ı gözlem gözlem aktaracaktı. 'Hiç manevra kabiliyeti yok mudur insanın?' diye sorar ya Sartre; bu dünyaya gelişinde ve gidişinde yetkisi geçmeyen insanın en kolay sözüne hükmü geçiyor diyecekti, bu anlatımıyla.
Sinema için Nuri Bilge CEYLAN neyse, edebiyat için de Hasan Ali TOPTAŞ oydu sonuçta. Belki anlam veremeyecektin, gerçek nerede bitti kurgu nerede başladı hep bir askıda kalacaktı aklında, çoğunluk acaba bunu mu kastediyor ikileminde kalacaktın ya da kendi telaşlarınla öyle körleşmiştin ki anlatımdaki bu yekpare durgunluğu hayatının neresine koyacağını bilemeyecektin ama... O istisnasız; dingin, detay detay, yakın plan, hıza dokunmayan, anlamaya vakit bırakan, bilindik ama yorumdan yoruma kılık değiştiren, kişileştiren, doğayı dile getiren ve de nesneye anlam yükleyen bir tablo yaratacaktı anlatımında. Bir şarap lekesi öyküsünde hayata bir anlam da o katacaktı; ne zaman doğduğumuz sorulduğunda anamızın bacakları arasından çıktığımız tarihi reddedecek, artık, insanları analardan çok yaşamın doğurduğunu milat kabul edecekti sözgelimi.
Biri diğerine hiç benzemeyen öykü geçidinde "Gökyüzü Gri" dikkat çekecekti kitapta. Rutinin sıkışmışlığında ve dahi hayatın akmayışında bir kadını konu ediniyordu. Komşuları yüzünü unutmasın diye merdivendeki izlerini şıpıdık terlikleriyle her gün tazeleyen... Tek değildi inanırsan, bir oğullu ve denizaltı gemide görevli bir astsubayla bütündü. Genel kabule göre kalabalıktı yaşamı, aksine yazarına bakılırsa anlık bir his değildi kadının yalnızlığı. Ruh sıkılınca beden kendini dışarı atıyordu ya... Oysa çırpa çırpa asılan bir gömlek gibi havalandırılması gereken ruhtu burada. Çıktı dolaştı günlerce anlamsızca, geri dönmeyi bildi evine bu arada. Ama onca arayışı boş kalmadı sonunda sokaklarda; portakal yanaklı kadınla tanıştı, düştü peşi sıra, geçti birbirini kesen hurda yığılı sokakları. Hayatına böyle mi renk katmalıydı bilinmez ama seçimdi nihayetinde; Cansel, Gülnida ve Alev'le paylaştı yıllarca iki katlı mavi evde erkeklerin koynunu. Ne yaşanırsa yaşansın bildiremeyiz diyordu Portakal yanaklı kadın polise. Alev bıçaklanınca müşterilerinden hapşırıklı bir doktor tedavi etmişti hatta, yedi dikiş atmıştı kasığına. Sonra evleri pembeye boyatılmıştı, yaşananların bütün sorumlusu mavininmiş gibi hayatta. Dedim ya böyle mi renk katmalıydı yaşamına? Devrim yapmayı gözüne kestiren kadın önce saçından başlardı reforma, tepeden topuğa belki tırnak ucuna... Ama en nihayetinde kalırdı hep güvenlik alanında!
"Çift Çizgi" öyküsü, yazarı parlatan bölümdü zannımca. Yol bir yere gitmezken ya da kendini eşe dosta 'durma biçimi' olarak tanımlarken giden hep insan oluyordu. Dönem dönem geldiği de oluyordu aynı yolu kullanarak ama hep gitmelere hürmet gösteriliyordu niyeyse. Alışkanlıklar bağlıyordu kolu, geride birilerini veya konfor alanını bırakmak ağırlaştırıyordu adımları. Yer daha da bir fazla çekiyordu bu anlarda zahir. Takdir görmesi de bundandı aslında. Ritüelleri vardı gitmenin hatta. Yazar bir noktada, şair arkadaşının "Bir kent terk edilirken sigara içilir sayın yolcular." dizesini, anlatımına destek olsun diye çağırmıştı mesela. Sanki biz sigara kullanmayanların yola düşme hakkı yokmuş gibi hayatta. Şiirler de naif olayım derken bölücülük suçu işliyordu bu anlarda. Öyle uzaklara daldıran laflar da edecekti yazar bu esnada. 'Gitmek fiilinin altını çift çizgiyle en güzel trenler çizebilirmiş' beylik lafını burada etti taa en başta bahsettim ya. Ama bu daha taksim bölümü olacaktı öykünün; beş kuruşu beş düğüm içinde gizleyen, ömrünün yarısını para saymakla, öteki yarısını da teyzesi olma gafletine düştüğü kıza erkek aramakla geçiren Azrail'in gözünden kaçmış lanet bir kadını anlatacaktı laf lafı açınca.
Bir vakit sonra yine aynı öyküye; "...,böylesine derin bir sessizliği ancak büyük gürültülere hazırlanan ruhlar taşıyabilirdi." diye ekleyecekti yazar...
An gelir bir hücre yozlaşır sevgili okur. Bir zerresi yoza çıkar da insan durur mu, insan da yozlaşır. Domino etkisi misali sonrasında bir toplum, birbiri peşi sıra koca bir evren yozlaşır. Zamanınızın ruhuna ve bizzat sizin nefes verdiğiniz öyküye yoz kalmayın. Var olun...