Burak Soyer
24.07.2023
“Christesk” Olayların Bilimkurguyla İmtihanı:
“Ölü Dağcı Oteli”
Boris ve Arkadi Strugatski’nin yazdığı “Ölü Dağcı Oteli”, “Christiesk” polisiye atmosferi, yazarlarının uzmanlık alanına giren bilimkurguyla birleştirdikleri, okur için fazlasıyla sabır gerektiren ancak sonunda murada erdiren bir roman.
“Epeydir bir polisiye yazmak istiyorduk. İkimiz de bu edebiyat tarzına meraklıydık; ayrıca İngilizceye hakim olan AN (Arkadiy Natanoviç Strugatski) büyük bir uzmandı da; o yıllarda geniş Rus okur kitlelerinin pek bilmediği Rex Stout, Erle Gardner, Dashiel Hammet, John le Carre ve pek çok başka usta. “Seninle birlikte akılda kalıcı, çok yönlü, çarpıcı sonla bağlanmış bir şeyler yazsak ne iyi olurdu…” konulu sohbetlerimiz uzun yıllara yayılmıştı ama devamlı sonuçsuz kalıyordu. Herhangi bir polisiyenin, hatta en usta işi olanın bile temel, hatta denebilir ki içkin kusurunu biliyorduk… Daha doğrusu iki unsurunu: Birincisi, suç saiklerinde yetersizlik, ikincisi de sıkıcı, hayal kırıklığı yaratacak kadar donuk, anlatının güvenilirliğini öldüren, örgüyü açıklayıcı kısmın kaçınılmazlığı. Akla gelen suç saiklerini parmakla saymak hiç de zor değildi: Para, kıskançlık, açığa çıkma korkusu, intikam, psikopatlık… Sonunda da soruşturma örgüsü ne kadar çarpıcı olursa olsun, merakın tatmini: Kim, neden ve ne uğruna.” Boris ve Arkadi Strugatski biraderlerin birlikte kaleme aldığı, İthaki Yayınları’ndan Hazal Yalın çevirisiyle yayımlanan “Ölü Dağcı Oteli” kitabının çıkış noktasıyla ilgili bunları söylüyor Boris Strugatski.
“Tanrı Olmak Zor İş”, “Kıyamete Bir Milyar Yıl” gibi bilimkurgu edebiyatın klasikleri arasında sayılan kitaplara imza atan Strugatski’nin böyle bir açıklamaya neden ihtiyaç duyduğu muhtemelen türler arasında en sadık kitleye sahip olan polisiye ve bilimkurguda, konudan en ufak sapmada okurların kendilerini ihanete uğramış gibi hissetmeleriyle ilgili. Aslında haksız da değiller. Zira Boris Strugatski’nin de belirttiği gibi, fazlasıyla “köşesi” olan polisiyede, bu “köşelerin” dışına taşmak gerçekten maharet istiyor ve bu “dar alanda kısa paslaşma” yapmak oldukça zor. Bu yüzden de Boris ve Arkadi Strugatski, Sovyetlerde ilk olarak 1969 yılında yayımlanan “Ölü Dağcı Oteli” hakkında bir ön bilgiye sahip olan yazarların sıkı takipçileri, “Stalker” gibi bir filme ilham olan iki kalemin polisiye yazdığını görünce hafif bir önyargıya kapılmış olabilirler. Ancak Strugatski kardeşler bu yükün altından –görünüşe bakılırsa- o kadar kolay kalkamamış ve okuru da kitabın başından öyle kolayca kaldırmaya niyetli değiller.
“Ölü Dağcı Oteli”, Allah’ın çoktan unuttuğu bir yerde, karla kaplı tepeye konuşlandırılmış, namını otelin bulunduğu yere tırmanmaya çalışan bir dağcının iki yüz metreden düşüp hayatını kaybetmesinden alan bir otelde geçiyor. Bir butik işletmeye göre tam kapasite dolu olan “Ölü Dağcı” isimli otelin çeşit çeşit misafiri var. Bilim adamı Simone, Bay ve Bayan Moses, sihirbaz Du Barnstoker, haylaz genç Brun, aksi ve sıkı içici Olaf, otel sahibi Alek, yardımcısı Kaise ve elbette kitabın ana karakteri Müfettiş Peter Glebsky. Her birinin burada olmasının sebebi muhtemelen farklı ancak biz sadece Glebsky’nin neden tatil için bu dağ başındaki oteli seçtiğini biliyoruz: Glebsky yorgun. Bıkkın. Ailesiyle arası papaz. İşinden sıkılmış. Terfi alamamış. Kendisini buraya yönlendiren müdürü Zgut’un gölgesinde kalmış. Tüm bunları geride bırakarak bir nevi kafa izni için Ölü Dağcı Oteli’ne gelmiş. Burada geçireceği iki haftada tamamen kendiyle baş başa kalmak istiyor. Ancak pek mümkün değil. Çünkü otelin diğer misafirleri onun mesleğini öğrenince başına gelen vakalarla ilgili meraklı sorular soruyorlar. Çok geçmeden alışıyor bunlara Glebsky. Zamanın çok yavaş aktığı bu yerde kısa sürede birbirilerine alışan misafirler havadan sudan konuşarak, bol bol kağıt oynayıp içerek boş bir tatilin hakkını veriyorlar. Fakat otelde tuhaf şeyler olmaya başlıyor. Kiminin ayakkabısı kayboluyor, kimi tuhaf sesler duyuyor, berikinin odası habersizce kilitleniyor, diğerinin masasına tehdit kokan pusulalar bırakılıyor. Hayra alamet olmayan bu olaylar neticesinde de bir ceset peyda oluyor Ölü Dağcı Oteli’nde. Şansa (!) bakın ki; tam da bu sırada çığ düşüyor ve otelin zaten az buçuk olan bağlantısı kökten kesiliyor. Artık iş ciddiyete bürünüyor. Glebsky, olayı soruşturmaya başlıyor. Tüm misafirleri tek tek sorguya çekiyor. İpuçları kovalıyor. Sebepleri, sonuçları bir araya getiriyor. Nefesini katilin ensesine üflediğini düşünürken mevzu bambaşka bir yere evriliyor. Boris ve Arkadi Strugatski’nin onca zaman kafa patlattığı yere…
Arkadi ve Boris Strugatski kardeşler, “Ölü Dağcı Oteli”nde “Christiesk” bir atmosfer kurarak girişte Boris Strugatski’den alıntıladığım polisiyenin “saiklerini” yerine getirerek başlıyor işe. Bir adım daha öteye giderek her bir karakterin içine işlenen suçtan azade biçimde girerek “Katil kim?” pusulasının yönünü sürekli değiştirerek olay örgüsünü aktif tutuyor. Sonunu ise kendilerine yaraşır bir şekilde polisiye parantezinin dışına taşarak konuya bilim kurguyu yerleştirerek taçlandırıyorlar. “Ölü Dağcı Oteli” sabır isteyen bir roman. Bunun öncelikle sebebi, fazlasıyla feyz aldıkları (selam da göndermiş olabilirler, önemi yok) Agatha Christie romanlarında sorgulama vakti gelip çattığında, Christie’nin bu sorgulamaları Hercul Pairot’ya diyaloglar aracılığıyla yaptırırken, Strugatski kardeşler “Ölü Dağcı Oteli’nde”, sorgu safhasına geçildiğinde, cinayeti çözmek için kolları sıvayan Müfettiş Glebsky’nin zihninden akanları kağıda döküyor. Ancak yazarların bunu yaparken kullandıkları dilin edebi bir niteliği olması okurun kitaptan uzaklaşmasını engelliyor ve ters köşe sonu belirdiğinde de Strugatski kardeşlerin amacına ulaştığı anlaşılıyor.