Görkem Yıldırım DÜZEN
03.03.2022
MİRAS
Norveçli yazar Vigdis Hjorth tarafından yazılan ve bir aile sırrını ortaya çıkaran Miras romanı, aile içinde yaşanan ve sıklıkla üstü örtülen tüm travmaların insan ruhunda nasıl hasarlar bıraktığını anlatan psikolojik bir roman. “İyi olmak tipik Norveçli olmaktır” sözünün aslında bir illüzyon olduğu romanda anlatıcı tarafından dile getiriliyor. Romanda da yer alan Freud’un “….modern batılı insan kendisini kafasında kurduğu kadar yüksek bir yere oturmuş olmasaydı aniden o kadar derinlere düşmeyecekti. Batılı insan kötü benliğini bastırmıştı…” sözleri de Dünya’nın neresinde yaşarsa yaşasın insanın doğasında kötülüğün de var olduğunu ve eğitimine, kültürüne bakmaksızın ortaya çıktığını bize bir kez daha hatırlatıyor.
Roman kahramanımız Bergljot, ailesinin dört çocuğundan ikincisi olarak dünyaya geliyor. Romanda çocukluğunda yaşamış olduğu travma sonrası ailesinden kopuşuna ve babasının bıraktığı miras üzerinden yıllar sonra annesi ve kardeşleriyle hesaplaşmasına tanıklık ediyoruz. Ağabeyi Bard da babası ile sorun yaşamış, babasınca kabul görmemiş ve bu sebeple ailesinden uzaklaşmış biridir. Yıllar sonra Bergljot ve ağabeyi Bard bu dışlanmanın sebeplerini konuşuyor ve ailelerine karşı birlikte hareket etmeye karar veriyorlar. İnsanın kaç yaşına gelirse gelsin kendisini ailesinin gözünden görmesi ve onlar tarafından onaylanma beklentisi bitmiyor. Kendisini dünyaya getirenlerin sevgisini çocukluğunda alamayan bireyler tüm çevresi onu sevse de o sevgiyle yetinemiyor. Bir yetişkinin kendisini “ailenin kara koyunu” olarak tabir etmesi içinizi acıtıyor. Romanın bir yerinde “…Babam iki büyük çocuğundan korkmuş, onlardan kaçmıştı çünkü ona yaptığı kötülüğü hatırlatıyorlardı. Onlara yaptıklarından dolayı onlara tahammülü yoktu …” der. Romanda miras paylaşımında adaletsiz davranan ebeveynlerine tepki gösteren iki çocuk aslında mirası adaletsiz paylaştırmalarından dolayı değil de sevgiyi adaletli bölüştürememiş olmalarından dolayı ailelerine kırgındır. Bunu diğer iki küçük kardeş ne yazık ki anlayamaz. Çünkü ebeveynleri ile kendi deneyimleri çok farklıdır. Herkesin çocukluğu kendine özeldir ve tektir. Freud’un psikanalizden öğrendiğinin “…insanın en derin varlığının içgüdülerden oluştuğunu, insanın kendi içerisinde ne iyi ne de kötü olduğunu ancak bir ilişkide iyi, başka bir ilişkide kötü, belirli koşullar altında iyi, başka koşullar altında kötü olduğunu, insanın her şeyden önce insanî olduğunu ve insanların bu en temel koşulu reddetmesinin tehlikeli olduğudur…”der kitapta. Tıpkı romandaki babanın ilk iki çocuğuna oldukça sert ve mesafeliyken iki küçük kızına iyi davranması ve bambaşka bir baba imajı çizmesi gibi…
Romanda psikanalizin kurucusu Freud ve analitik psikolojinin kurucusu Carl Gustav Jung’un fikir ayrılıklarına da yer verilmiş. Roman bittiğinde merak edip Jung’la yapılan bir söyleşiyi izledim ve hocası olarak kabul ettiği Freud ile fikir ayrılıklarının sebebi için samimi olarak Jung söylediği şu cümleleri not ettim: “Freud başarılı biridir ve zirvededir ve sadece haz ve haz ilkesi ile ilgilenir. Oysa ben daha genç ve tecrübesiz bir doktor olarak güç kompleksine sahibim ve güç yönetimi ile ilgiyim. Ya halihazırda güçlüsünüzdür ve hakikati haz nesnesi haline getirirsiniz ya da o hakikati sahip olmak isteyeceğiniz bir arzu nesnesi haline getirirsiniz…” der. Analitik psikoloji, psikanaliz konularına meraklı okur, romanın içinde çok şey bulacaktır. Freud’un “Oedipus Kompleksi” terimi ve ensestle ilgili fikirleri de romanı okurken aklınıza takılacak konular arasında.
Gelelim tekrar romana. Romanda kahramanımız annesine; “Babam öldüğünde bana geleceksin demiştim bir zamanlar. Ama geç kalınmış olacak. Bunu biliyordum çok geç olduğunu..” der. Bir psikolog da danışanlarından deneyim kazandıkça, af dileyen kişinin karşısında mağdurun kılını kıpırdatmaması ile ilgili olumsuz fikrini artık değiştirdiğini söyler ve şöyle der romanda “…Doğru sıralamayla yapılmazsa bir çözüm değildir. Mağdurun ümitsizliği, üzüntüsü ve öfkesi kabul görmeden önce ihanet eden kişi suçu kabulü yüzünden övülmemeliydi. Bu kabulün yokluğunda pişmanlık yere bir taş gibi düşerdi. Doğanın kanunu bu, diyordu, içimize işlemiş, bu sırayla yapılması gerekir….” Yani önce mağdurun üzüntüsü ve öfkesi karşı tarafça anlaşılmalı. Usulen dilenen bir özrün mağdurun affetmesi için yeterli olmadığı ve her insanın anlaşılmak için onu gerçekten dinleyen bir kulağa ihtiyacı olduğunun altı çiziliyor romanda.
Bergljot ömrü boyunca ailesi tarafından anlaşılmayı bekliyor ancak içindeki o küçük kız çocuğunun yarası ne yazık ki sarılmıyor. Son sözü yine Bergljot’a bırakalım: “Barışmak ve affetmek? İnsan itiraf edilmemiş bir şeyi affedemez ki!”
Miras, Siren Yayınları, çeviri: Dilek Başak