HASTA KAYIT DEFTERİ
Şu sıralar eskilere gidiyor hep aklım. Eskilerin sözlerine yani, “Kızımı ne doktorlar ne mühendisler istedi de vermedik.” denilen zamanlara. Ben daha çok doktor kısmına takıldım, tüm çocukluğum hastane koridorlarında geçtiğinden olsa gerek. Kocaman hasta kayıt defteri var ya, sanki çocukluğumun kaydı gibi. Açsam şimdi o defteri, babama yardımcı olan hemşirenin beyaz kepi, annemin reçete kâğıtları ve her yere o tuhaf hastane kokusu saçılırdı. Mücadele ederek okuduğum o ilk kelimelere ne demeli? Hariciye, bevliye, intaniye, asabiye!..
Doktor olmayı çocukluk anılarıma, kimi zaman da öğrenilmiş çaresizlik durumuna bağlıyorum. Kutsallaştırıp ailemden gelen genlerin mirası yapmışım onu. Başka mesleği ifade alanımla birleştirmekten korkmuşum. Peki, sevdiğinizi ne zaman anlarsınız diye sorsam? Samimi cevap bekliyorum ama. Çünkü düşünüyorum, insan sevmeden bir ömür mesleğini nasıl icra edebilir ki? Sessiz kaldınız! Anladım, siz daha çok benim cevabımı bekliyorsunuz. Dürüst olmak gerekirse doktorluk mucizenin bir diğer adı değil, bunu Rugeyye’nin kalbi atsın diye çaba verirken, üzerine örttüğüm beyaz çarşafla anladım. Sanırım bu anımı henüz anlatmaya hazır değilim. Ne diyordum, mucize değil ama bir umut arayışına benzetiyorum ve bilmediğiniz birçok hayatın tanığı olurken buluyorsunuz.
İlk görev yerim doğuydu. Batıda büyüyen ve Batılı düşünmeye zorlanan genç bir doktordum. İşte onların gözünde kutsaldım. Her şeyin en iyisini bilendim. Hayatını kurtardığım ilk hastam altı yaşındaki bir erkek çocuğuydu. Cerrahi müdahalemi, hatta reçetemi bile ilk burada yazdım. Emrah’ı da bilmediğim bir dilde derdini anlatan hastayı da burada gördüm. Bazı kelimeler yaşadığın kültürle şekillenirmiş, ilk görev yerimde en çok da bunu anladım.
Annem beyin cerrahı profesörü, babam ise kardiyolog. Sanırım on yedi yaşlarındaydım. Yaşı o dönemlerden geçen herkes ünlü piyanist Fazıl Hikmet’i bilir. Bir konserinde baygınlık geçirmiş. Sonra apar topar hastaneye yatırılmış. Başarılı birçok beyin cerrahının cesaret edemediği ameliyatı annem gerçekleştirmiş. Hatırlıyorum aslında, babam kızardı. “Nasıl kabul ettin Nihan?” derdi. Gençtim ama aklın ve kalbin arasında örselendiğim vurgun bir hatıraydı. Bir tarafım anneme, diğer yanım ise babamın korkularına hak veriyordu. Akıl galip gelmişti. Kurtulan bir yaşamla daha anlamlı görünmüştü doktorluk. Başarı ise güzel bir etiketti.
-Burçak. Aa gerçekten de sensin. Yakanda ismin yazmasa dikkatimi çekmezdi. Nereden nereye! Güzel tesadüf.
-Pardon yorgunluğuma verin. Tanıyamadım.
-Emrah ben, unuttun mu?
-Aaa Emrah! Kusura bakma, nöbetten çıktım. Aklım da birkaç hastamda, sanırım ondan. Yoksa bilirsin bir yüzü asla unutmam.
-Uzun zaman oldu. On yıl? Yoksa onlarca mı demeli Emrah?
-Çokça zaman diyelim Burçak.
-Hayırdır, kötü bir durum yok değil mi?
-Açıkçası bende bilmiyorum. Son zamanlarda geçmeyen baş ağrıları yüzünden geldim. Doktorumu bekliyorum.
Emrah’ı gördüğüm zaman o coğrafyanın tadı sanki tekrar damağıma gelmişti. Dişime takılan dilim, seneler önce öğrendiğim bir dili hatırlar gibi telaffuz ediyordu kelimeleri. İtiraf etmeliyim ki, “Emrah ben” demeden hemen önce onu tanımıştım. Keskin hafızama hakaret gibi görmeme rağmen, anımsayamamak daha iyi bir seçenek gelmişti. Gözlerimi kaçırarak verdiğim her bir cevap, dik durmaya çalışan cümlelerin içinde duraksayarak konuşmam aslında her şeyi belli ediyordu. Hangi mesafede duracağını bilmeyen kelimelerin temkinli hali beni yorarken, bir adım daha yakından gözlerime bakıp bunu anlamak ona daha da güç veriyordu.
Çok uzun zaman önce, ilk tayin yerimde, hastaneye kafasını yaran bir öğrenci getirildi. Emrah’ı işte bu olay sayesinde tanıdım. Sekiz yaşındaki bir çocuğun şakağına tam sekiz dikiş atarken yani. Açtım hasta kayıt defterini. Hasta adı, uygulanan tedavi ve taburcu edilen tarihi bir güzel yazdım. İşte benim mesleğim dediğim; “Doktorluk.” Emrah ise köyün öğretmeniydi. Matematik en sevdiği alandı. İstediği mesleği seçmişti. Başarılı olma arzusu yoktu. Sadece imkânsızlığı zihinlerinden silmeye çalıştığı öğrencileri vardı. Zorunlu görev diye gittiğim yol, tanımaktan keyif aldığım bir kişiye çıkmıştı sanki.
Hayat tesadüfleri severmiş. Hiçbir zaman anlamadım bu sözü. Hayatı sulu boya fırçasıyla pembeye boyayan ressam gibiler sanki. Diyelim ki öyle! Emrah’ı tanımam güzel bir tesadüf. Tekrar karşılaşmam da aynı şekilde. Peki, beynindeki ur onu yavaş yavaş öldürürken tekrar karşıma çıkması? Birçok hastamı iyileştirebiliyorken, tıpla ona cevap verememem nasıl bir tesadüf? Ya da bir gün o kasabayı bırakıp gitmesi, hiç haberim olmadan!.. İşte buna gülerim, hayat tesadüfleri sever.
Sanırım altı ya da yedi yaşımda babamı ağlarken görmüşüm. Tesadüf mü, bilmiyorum. Babama göre tesadüf, anneme göre duygusal bir travma sonucu ağlarken kızına yakalanmasıymış. Sonuç ve durum değerlendirmesini bilmeden kurulan cümlelerin duygu yüküymüş.
-Baba, neden ağlıyorsun?
-Mutlu olamadığım için kızım. Mutluluklarım tükendi.
-Biriktir o zaman sen de baba. Mutluluklarını biriktir.
O gün zihnim durumu nasıl tanımladıysa, bütün mutlu eden anılarımı küçük kâğıtlara yazıp, kumbarama atmaya başladım. Yasımda ve acımda dönüp bakardım mutluluklarıma. Birikmezse hep ağlayacağıma inanırdım. Mantığın reddettiği, ruhun ihtiyaç duyduğu bir durum olarak açıklardı annem. Her ne olursa olsun hatıralara sarılmamı sağlıyordu. Belki de mantığım bile arada kalbime dönüp bakmamı istiyordu, kim bilir!..
Onca hatırayı hatırladıktan sonra, sanırım anlatmaya hazır olmadığım o hikâyenin tam zamanı diye düşünüyorum. Emrah’ın yakın bir köye götürdüğü o güne yani!.. Yanıma muayene edebileceğin gerekli şeyleri alıp yola düştüğümüz o gün, köyde ne kadar kadın ve çocuk varsa ücretsiz bakmıştım. Bir kadın vardı, dilini anlamadığım ama elinin sıcaklığında anlaştığımız bir dille bakışıyorduk. Konuşuyorduk. Adı Rugeyye. Erkek olur umuduyla dördüncüsüne hamileydi. Emrah’ın dediğine göre akranlarına göre şanslıymış. Sevdiği erkekle evlenmiş. Rugeyye’yi bir gün hastaneye getirdiler. Erkek olur umuduyla değil, yaşasın umuduyla. Açtım hasta kayıt defterini. Şikâyet nedeni “Şiddetli kanama” diye not düştüm. Ölüm saati 19:36. Onunla bu kez dilini anlamadığım, ama soğuk teniyle anlaştığım bir dille konuştuk. Tıpkı bir ağıt gibi, ağır ritimle gözlerini kapattığım ilk hastam. Üzerine beyaz çarşafı çekerken elleri ruhumu ölesiye tırmaladı. Demiştim doktorluk mucizenin bir diğer adı değil. İşte mutluluk kumbaramın ilk acı kaydı olmuştu. Çünkü kumbaram başka acılarımla da doldu.
Emrah bir gün görev yerim olan Iğdır’da beni en sevdiği tepeye götürdü. Eline bir papatya aldı. Gözlerime baktı. “Benimle evlenir misin Burçak?” diye orada sordu. İlk defa bir soru karşısında susmuştum. “Ama” demiştim, “Ama biz farklıyız.” Sonra Emrah papatyanın bir yaprağını kopardı, sonra bir diğerini, diğerini... Düşünmeye devam eden cümlelerin içinde beni bırakıp giderken onu son gördüğüm gündü. Mantığım ve kalbimin ise sonsuz kavgasının başladığı an dilimi!..
Şimdi Emrah tedavi olurken, bir an bana o soğuk teni hatırlatan dille konuşmaya çalıştığını hissettim. Baharla yayılan çiçek kokuları arasında, “O huysuz makinaların suratını görmek istemiyorum.” dedi. Belki güneş doğarken gözlerinin kamaşmasını ya da yağmurun tenine dokunuşunu tekrardan hatırlamak istiyordu. Aslında en sevdiği tepeye beni bir kez daha götürmeyi daha çok hayal ediyordu. Her şey iyiye gidiyordu zaten. Yüzük almıştık, ben bu kez evet diyecektim. Bahar değildi vakit ama diyecektim. Gitmeseydi, inanın ama diyecektim. Neden gitti? Zaten nefret ediyorum artık mutluluk kumbaramdan. Hangi notu okusam Emrah’ı hatırlıyorum. Kalbimin diliyle münasebetini ne ara kesmiştim ki? Mantığımla çok mutlu bir beraberliğim mi var? Evet, diyecektim sadece. Ama bu kez diyecektim. Kaybetmeseydim.
Bana evlenme teklifi ettiği o günü hatırladım yine. Ama benim gibi kurulu bir saat mantığında çalışan pusulalar, bu tür durumlarda pembe yalanlar bulmakta zorlanmazlar. İtiraf etseydim o zaman “Korkuyorum.” deseydim. Bence bizim gibiler için en zoru evet demektir. Babam mesela, hayır diyebilmek için kaç psikoloğun kapısını arşınlamıştır. Yani bana göre öyle. Alsam zamanı geriye evet demez miyim gerçekten? Öyle mi düşünüyorsunuz?
"Evet,” derdim. Evet. Kaybetmeseydim, aşk kazanacaktı belki. Hep başına buyruktu zaten.
-Burçak artık karar verilmesi gerekir. Hem süreç hem de ameliyat ikimizin kontrolünde oldu. Ameliyat başarılı da geçti. Fakat tam bir yıl süren beyin ölümü durumundan sonra sana ümit vermek istemiyorum. Karar verilmesi gerekir? Evet mi? Hayır mı? Ailesiyle iletişime geçmelisin.
Şimdi hangisiydi kolay olan? Ona hazırlamamı istedikleri cenaze töreni mi? Evet dediğimiz anın hayalini kurmak mı?
Evet mi? Hayır mı? Evet dedim diyelim. Görkemli bir cenaze namazı olacak. Kalabalık. Dualar okunacak, omzumda binlerce el gezinip, “Sabır versin.” diyecek. Acıma ortak olmak istediklerini sanacağım ben de. Nerede bir kelebek görsem belki o geldi diye sevineceğim. Parmağımdan yüzüğü çıkarmayacağım. O zaman verdiği yüzüğü takmamanın pişmanlığıyla masaya oturup acı defterine imzamı atacağım.
-Hayır! Fişi çekilmesin. Ben zaten evet demekte çok başarılı olamadım ki!
Aylin Aktaş - 20.05.2019