GARİP BİR YOLCULUK
06.08.2020
“Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar. Ya bir insan yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir,” der Tolstoy. Peki, ya hikâye muhteşem olmazsa, yolcunun hali nasıl olur? Zaten zamansız yolculukları da oldum olası sevememişimdir ya, her neyse!
Nimet Anne’nin ölüm haberini bir gece yarısı aldım. Üzerimde onun ördüğü el örgüsü pike! Hem de en sevdiği kitabı okurken ölüm haberini aldım. Bundan olsa gerek, gece yarısı çalan her telefon sesi de bana bir yürek sancısı oldu. Haberi aldığım zaman önce bir müddet telefonun ahizesine bakmışım. Sonra herkese bağırmış, hatta bir ara gülmüşüm. Daha sonra da hıçkıra hıçkıra bir ağlama sesi yükselmiş. Doğrusunu söylemek gerekirse bırakın o zamanları hatırlamayı, tren istasyonuna nasıl geldim onu bile bilmiyorum. Hatırladığım tek detay, Haydarpaşa Garı’nda, soğuktan üşüyen ellerimle boğuşurken, treni beklediğim andı. Gideceğim şehir eskisinden yabancı gelse bile, o trene binip gitmiştim.
Önceleri, onsuz günleri saydım. Birinci gün, ikinci gün, beşinci gün, onuncu gün!.. Sanki her şey Nimet Anne’yi hatırlatmak için gereksiz bir çabaya girişmişti. Cüzdanımda duran vesikalık fotoğrafı, okuduğum kitabın arasında doğum günüm için gönderdiği o kartpostal, yürüdüğüm caddelerde en sevdiği çiçekleri mevsime inat görebilmek, bunlar mı tesadüf! Nefes almasam bu kokular uzaklaşır mı benden?
Hâlbuki Nimet Anne “Aldığımız ilk nefesle insanın yaşam yolculuğu başlar,” derdi. Çocukken anlamazdım, aslında Nimet Anne’nin dediği hiçbir şeyi o yaşlarda anlamazdım. Biraz da telaşlı konuşurdu. Ama o yumuşacık sessiyle öyle güzel masallar okurdu ki, yetimhanede hepimizin en keyifle hatırladığı anlardan biridir. Ben daha çok Nimet Anne’yle geçirdiğim yaz mevsimlerini unutamam. Yetimhanede yazın bir ben kalırdım, kimsesiz… İşte bu yüzden benim için yaz mevsimi en keyifli zamanlardı. Bütün sevgisini hissettirdiği için belki de, bilemiyorum! Bir gün beni sinemaya götürmek istedi. Şehre gitmek için bu istasyona getirdi. Püskülleri olan en sevdiğim kırmızı elbisemi ve kırmızı çizmemi giydirdi. Saçlarımı da iki yana öyle güzel ördü. Trene binmeden önce, bu istasyonun önünde fotoğrafımı çekti. Bakmak isterseniz fotoğrafı gösterebilirim. Hem görmek istemeniz beni mutlu eder. Bakın, bu fotoğraf istasyonun 1950’lerdeki hali. İşte bu sevimli kız çocuğu da benim.
Aslında İzmir’e gelmeyeli uzun zaman oldu. Tabii bazı şeyler değişmiş ama bu tren istasyonun o havalı kız edaları değişmemiş. Caddeden lüks otomobiller geçiyor olsa da, sadece kalabalığın gürültüsünü duysa bile bu istasyon, kırmızı ve mavi gözlük çerçevelerinden herkese tebessüm ederek bakmaya devam ediyor. Tüm yolcuların telaşı farklı belki ama her hikâyenin sırrını saklayan kaç istasyon kaldı ki şimdilerde?
Hayret, sadece ikimizin olduğu bir fotoğraf olmadığını anımsadım şimdi. Keşke size öyle bir fotoğraf gösterebilseydim. Nimet Anne’ye çok benziyorsunuz. Onun da burnunun üzerinde küçücük bir ben var, hem o da sizin gibi gülerek bakardı herkese. Biliyor musunuz bugün Nimet Anne olmadan yaşadığım kırkıncı gün. Geri dönüyorum trenle. Beni hep bu istasyonda, karşıladığı yerde, ona veda ederek gidiyorum. Hani Nimet Anne’nin şu yaşam yolculuğu dediği şey var ya, onu anlayarak dönüyorum. Çocukken hiç anlamazdım bu “yaşam yolculuğu” ile başlayan cümleleri. Zaten o yaşlarda hiç kimse anlayacağım kelimeleri yan yana getiremezdi. Büyüyünce anlarım diye düşündüm, büyüdüğümde de kolay olmadı anlamam. Ne zaman Nimet Anne’yi toprağa gömdüm, işte o zaman anladım. Nefesle başlayan ve nefesle biten bu yaşamı.
İnanmazsınız ama geçen gün yetimhaneye bile gittim. Nasıl korktum anlatamam. “Acıların üzerine gitmelisin,” dediler. Dinledim ben de. Yetimhaneye ilk getirildiğim gün, sonra Nimet Anne’yi gördüğüm o an ve yolda kopardığım papatyaları ona verişim. Bir de ağaca tırmanıp ayağımı incittiğim o bayram sabahı var. Hepsi bir hedef atışı gibi beynime teker teker yerleşti. Acılarım üzerime öyle bir yürüdü ki, bir an nefes almakta zorlandım. O an yanıma tanımadığım biri yaklaştı, halimi görünce korktu biraz sanırım. “Arayıp haber verebileceğim bir numara hatırlıyor musunuz?” dedi. Tam Nimet Anne’nin numarasını verecektim, o an hatırladım kimsesizliğimi. Söylemiştim size değil mi? Bugün onsuz geçirdiğim kırkıncı gün!
Mesela bir düğün. Eskiler “Kırk gün kırk gece olmalı bir düğün,” dermiş. Öyle mi? Sizin de mi öyle oldu? Nimet Anne’min öyle olmuş, ondan sormak istedim. Mahallesinin en güzel kızı bir mühendisle evlendi diye, kırk gün kırk gece masallara yaraşır düğün yapmışlar. Benim anlamadığım aynı Nimet Anne’yi gömdükten sonra herkes kırkının çıkmasını bekledi. Dualar okundu. Yemek verildi. Kızı mesela “Kırkı çıkmadan düğünümü yapamam,” dedi. Hatırlıyorum da Nimet Anne kızı doğduktan sonra kırk gün yetimhaneye gelmedi. Dediğine göre bir bebeğin kırkı çıkana kadar evde durmak gerekiyormuş. Nimet Anne’nin olmadığı zamanlarda da ben yine günleri sayardım, o yüzden çok iyi hatırlıyorum. Gelmedi diye inadımdan kapıyı kilitledim. Çıkmadım dışarı. Nimet Anne geldiğinde sert bir ses tonuyla “Belki de kimseyle konuşmadığım, yemek yemediğim için geldin,” dedim. O cesaretle “Bir daha nereden bileceğim gitmeyeceğini, söz verirsen kapının kilidini açarım,” diye hemen şartlarımı söyledim. Küçük bir çocuğun kaybetme korkusunu anladığından belki o an öyle söyledi ama bana böyle açıkladı yokluğunun nedenini.
Biliyor musunuz Nimet Anne’yle bu tren istasyonunda çok anımız var. Değişmiş biraz sanki ya da ben eski halini bildiğimden bana böyle geliyor. Bir sürü trafik lambası var artık istasyonun çevresinde. Önündeki o eski taşlar var ya şimdi asfalt yol olmuş. Sadece, trenin istasyona geldiğini belli etmek için çıkardığı o güçlü çığlığın sesi, işte o ses hâlâ aynı mesela. Bu istasyon değiştiğine göre içimdeki acı da değişecek belki. Olamaz mı?
Siz de mi sıkıldınız anlattıklarımdan? Sizden önce yanıma oturan beyefendi de sanırım ondan kalktı. Hatta burnunda küçücük beni olan o kadın, o beyefendiden önce kalktı. Yani bilemedim, öyle hatırlıyorum. Aslında eskiden konuşmayı daha çok severdim. Her gün Nimet Anne’yi arardım. Saatlerce konuşurduk. Yeni gördüğüm coğrafyaları, kimi zaman öğrencilerimi, en çok aynanın başında geçirdiğim o vakitleri anlatırdım. Saçımı onun ördüğü şekli vermek için geçirdiğim o vakitleri!..
Şimdi beni yolcu ettiği bu tren istasyonunda ben de Nimet Anne’yle vedalaşıyorum. Saçları örülmüş, kırmızı elbisesiyle mutlu olan o kızı içimde hissederek vedalaşmak çok zor. İçimdeki acıları soğutmuyor belki de bu anılar. Üşüdünüz sanırım. Bu kış mevsimi geçtiğimiz kış gibi olmadı! Çocukken her insanın sevdiği bir mevsimi olur diye düşünürdüm. Ben en çok kış mevsimini severdim. Bakın severdim diyorum. Çünkü Nimet Anne’yi kar yağan bir öğle vakti toprağa verdim. Ben vermek istemedim ama “yaşam yolculuğu” dediği için kabul ettim. “Kapkara toprağa bembeyaz örtü yakışır,” dediklerine kızsam bile, kabul ettim.
Ne garip. Bugün Nimet Anne olmadan yaşadığım kırkıncı gün. Nefesle başlayan ve dâhi nefesle biten bir yaşam hikâyesi karşısında, yüreğim loş bir sokak lambasının aydınlattığı sessiz bir zaman gibi.