Dilan EREN
14.01.2021
DÖNGÜ
Duymadı annesi, kimse duymadı. Çünkü annesini de kimse duymamıştı.
O kör kuyuda bir sürü kadın vardı.
- Yağmur suyunun tuzlu olduğunu biliyor musun? diye sordu kız.
Sırtı hâlâ annesine dönük, güneşliği biraz açık olan pencereden dışarıyı izliyordu. Sorarken cevabını zaten biliyordu.
- Tabii ki biliyorum. Aptal mıyım ben?! diye çıkıştı annesi. Sesi beklediğinden yüksekti.
Neden böyle sert tepkiler verdiğini bir türlü anlamıyordu kadın. Ama elindeki beze, silip durduğu sehpaya bakarken kızını aşağıladığını biliyordu. Bezi tekrar tekrar suya batırıp çıkardı. Var gücüyle sıkıp silmeye devam ederken yaptığı şeyden utandı. Kısacık bir an merhametine kapılıp kızının başını okşamayı düşündü. O çok kısa anda zihninde sesler yükselmeye başladı;
“Çocuğa çok sevgi gösterilmez, ayıp. Büyüğün yanında çocuk sevilmez, utanır insan. Küçücük çocuk ne bilsin sevmeyi, büyüyünce öğrenir bırak. Çok ilgi şımartır sen uğraşırsın…”
Kafasını salladı. Seslerden kurtulamıyordu. Hiç kurtulamamıştı. Daha sert sildi sehpayı. Bir kat daha sertleştirdi kalbini. Üzerini örtmüştü yine. “Yine” bu alışmış olmanın kolaylığıydı. Artık kendi savunma sisteminde duvarlar örmeye alışmıştı. Zihni nasır tutmuş, kalbi sürekli duvar ardında kalmaktan toza bulanmıştı. Hep savunmadaydı. Zaten savaşmayı denemeyecek kadar ürkekti. Çocuktu ve bir yerlerde hâlâ büyüyememiş olmanın altında ezilip duruyordu. İçindeki çocuktan utanıyordu. Bu onun en büyük sırrıydı. Ama bir taraftan da utancını gizlemiş olmanın gururunu taşıyordu. Bu gurur ona güç vermeye başladığında aynı zamanda ilk defa güçlü bir şeyler de hissetmeye başlamıştı.
Annesinin cevabına ufak bir tebessümle karşılık verdi. Acı ve çaresiz bir tebessümdü. Ama yüzünü asla annesine çevirmedi. Ona hep sırtı dönükken gülerdi. Çünkü çok gülmenin utanılacak, ayıplanacak bir hadise olduğu küçüklüğünde öğretilmişti. Aslında kimseye göstermeden, hissettirmeden çok gülerdi. Sır tutmayı aklı erdiğinden beri işin ehli gibi yapardı. Kimseciklere belli etmeden neler yaşardı neler. Seyahat bile ederdi, ruhu duymazdı insanların. Bir kere daha gülümsedi. Bugün de bir yere gidecekti. Evdekiler yine bir şey bilmeden yaşayacaktı. Perdeye baktı, bir parmak aralanmıştı. Çaktırmadan annesini kolladı. Hâlâ aynı yeri siliyor ve gözleriyle ayrı, dudaklarıyla ayrı sohbet ediyordu. Bu onun alışılmış ifadesiydi. Sürekli birden fazla konuşurdu kendiyle, her uzvuyla başka sohbet edip sonra daldığı boşluktan düşercesine uyanırdı. Bir ara annesinin aklından şüphe etmeye başlamıştı. Hâlâ ediyordu ama kendisi de ondan farklı değildi. Omuz silkti düşündüklerine. Annesinin dalgınlığı ona biraz fırsat veriyordu. Hemen gidebilirdi. Hızlıca uzanıp perdeyi ayıp örter gibi kapattı. Odasına koşup yatağına uzandı. Yastığının altından aldığı kitabı açıp kocaman bir gülümsemeyle;
“Bugün V. şehrine gideceğim.” dedi. Kitabın satırlarında dolaşırken zihninde şehrine uygun giyinip kendini okuduklarıyla kurduğu sokaklara bıraktı. Bir iki saate dönerdi. Zaten kimseler nereye gittiğini bilmeyecekti.
Kapının sesiyle irkildi kadın. Korkmaya alışmıştı ama bir an duraksadı. Kalbini aradı, eliyle tutup hatta gerekirse çıkarıp okşayarak sakinleştirecekti. Olmadı çünkü bulamadı. Gömüp bıraktığı yeri kim bilir hangi duvarın ardındaydı. İkinci zil yarısındayken kapıya yetişmişti. Oraya kadar nasıl gittiğini anımsamıyordu. Çoğu şeyi yaparken ya da yapmışken anımsamıyordu zaten. Dalgınlığının arasında akıp giden hayatıydı bu. Anın sonsuzluğunda boğulduğunu başkaları görmüyordu. O kadar iyi gizliyordu ki kimse bir şey hissetmiyordu. Ya da kimse bir şey görmek istemiyordu. Eli kapının kolunda eve hep aynı saatte gelen çaresizliğini karşıladı. Adamın yüzüne baktığında hiçbir uzvunu görmüyordu. Sadece onu aşağılayan gözleri vardı. Bazen dudaklarını görürdü. Sanki tek görevi kötü şeyleri söylemek olan o morumsu dudakları…
“Neredesin sen? Kaç saattir kapıdayım. Sen ne … bir insansın. Evde ne iş yapıyorsun da ben kapıda kalıyorum. Kim var evde? Biri var da ondan mı açmadın? Ne halt ediyorsun ki? Ben çalışayım sen ye, iç, otur. Hayatın değersiz ve yersiz. O kadar …sınki senden utanıyorum…” diye söylenerek girdi içeri adam.
“Mor dudaklar” dedi kadın. Yine sadece dudaklar vardı karşısında. Gittikçe büyüyen ses yığını, asla bitmeyen bir hakaret silsilesi… Cevap vermedi. Hiç vermemişti ki. Daha önce içinden bile kavga etmemişti kimseyle. Ürkekti, birazda çocuk.
Hakaretleri büyük büyük söyleyen adamı takip etti. Ellerini yıkamasını izleyip havlusunu uzattı. Sırtından ceketini çıkarıp askısına astı. O ara söylediklerini dinledi, aşağılamalarına karşılık vermeden kendini tatmin etmesini bekledi. İçinden “Bir yerden sonra bitecek.” diye telkinlere başladı. En derininden bir ses “Bitmeyecek.” der gibi oldu. Hemen susturdu. Kimseyle kavga edecek değildi. Adamın yemeğini, çayını verdi. O ne isterse onu vermeyi görev edinmişti. Kendi annesi geldi aklına. Çok kısa bir an kızıp söylendi annesine. Çaresizliğini görüp her seferinde sanki onun utancıymış gibi görmezden gelişine öfkelendi. Kendi elleriyle kızının çırpınışlarını gizlemiş olmasına anlam veremiyordu. Bir keresinde kızını itip, “Ayıptır, ayıplarlar. Sen kadınsın çekersin, erkek dert çekmez. Ses etme. Utandırma kocanı.” demişti. Bu öyle elleriyle hafif bir ittirme değildi. Yerden ayaklarını kesen, onu alaşağı eden bir itmeydi. Sonsuz bir çukura düşürmekti. Belki de birine verdiği ilk ve son cevabı; “Ama anne, beni bu kuyuya itme. Ne ben Yusuf’um ne de bu o kuyu.” olmuştu. Duymadı annesi, kimse duymadı. Çünkü annesini de kimse duymamıştı. O kör kuyuda bir sürü kadın vardı.
Şehri gezerken bir gürültü duydu kız. Kapı aralandı ve şehrin duvarlarından bir taş düştü. Duvara koştu, bu onun en sevdiği binaydı. Taşı alıp yerine oturtmaya çalıştı. Her denemesinde başka taşları düşürüyordu. Her taş sanki başına değiyordu. Bu yıkımın sebebi belliydi. Gezi bitmişti. Biraz öfkeyle biraz da hüzünle kapattı kitabını. Yastığının altına koydu, doğrulup yatağında oturdu. Saçından bir parça düşmüştü alnına. Önce başını sallayıp gitsin istedi. Sonra eliyle geriye itip sertçe yerine yerleştirdi. Öfkeliydi ve öfkesini kendisinden başka kimseden çıkaramazdı. Asiydi biraz, onu rahatsız eden her şeyle savaşırdı. Saçının telinden tut tırnağının ucuna kadar her şeyle, sanki bir bedene bürünmüşçesine öfkeyle savaşırdı. Çünkü korkaktı. Korktuğunu gizlemenin başka bir yolu yoktu. Ya korkmayacaktı ya da korkmaktan utanmayacaktı. Onun için seçenekler bu kadardı. Bundan ötesini hissedemeyecek kadar cahildi. Görmediği duyguları sadece işiterek elde edemiyordu. Buna da öfkelendi. Elini yatağa sertçe vurup kalktı. Annesinin çaresizliği içerdeydi. Annesi ve çaresizliği, onun da çıkmazıydı. İkisiyle de baş etmek zorundaydı. Kapıyı aralarken başını dikleştirip derin bir nefes aldı. Bir savaşçı meydana ilerliyordu. Ucunda hep yenilgi olacaktı.
Kız salona geldiğinde önce annesini gördü. Yine her uzvu başka bir sohbet içindeydi. Sakin ve vazgeçmişti. Her şeyden vazgeçmişliğini o kadar belli ediyordu ki kız öfkesini de asiliğini de korkusunu da yitiriyordu. O da çaresizleşiyordu. Odasından her seferinde bir gaza arzusuyla çıkıp daha yolun yarısındayken yenilgiye uğruyordu. Kendi dünyasını kurmuş olduğu o oda, kitapları, ömründeki tek gezi diyebileceği okuyup kurguladığı şehirleri her gün yerle bir oluyordu. Her gün durmadan bir dünya kurup şehirler inşa ediyordu. Ama daha geceyi bulmadan inşa ettikleri elinde toza dönüşüyordu. Ellerindeki nasırı, üstündeki tozları sadece kendinin görmesinin ağırlığıyla eziliyordu. Çok güldüğünü çok gezdiğini herkesten gizlemek zor değildi. Ama çok korktuğunu çok yorulduğunu anlatamamak onu kahrediyordu. Kendi kendine bir sürü şey söyledi. Bir çıkar yol ararken delirmemek için hep teselli etti kendini. Ama içinden, daha derinden bir ses durmadan farklı şeyler söylüyordu. Durmadan asilik edip hiçbir şeyi kabul etmesin diye çabalıyordu. Biraz dinledi biraz yakınlaştı o sese;
“Yıkılma, vazgeçme kendinden. Korkma ya da korkacaksan bundan utanma. Varlığının ne olduğunu, nasıl olduğunu sen seçersin. Düşme, düşmene izin verme. Düşer de kalkmazsan, korkar da saklarsan ve vazgeçersen yazıklar olsun sana. O zaman olduğun olacağın her şeyden utan. Benden utan. Beni gizleyip sonra da öldürürsen, kirli ellerinden utan. O şehirleri her yıkıldığında inşa etmezsen, nasır tutmuş ellerinden utan. Çaresizliği yâren edinip de umudunu benimle gömersen Allah’tan utan. Ruhunu sızdırıp bir yerde bırakırsan bedeninden utan. Okuduğun her kitaptan, gezdiğin her şehirden en çok da şu gözündeki ışığı söndürülmüş annenden utan.”
Olduğu yerde kalakaldı. Salon ve koridor arasındaki o kapıda, sadece annesini gördüğü o arafta sessizce, içindeki sesi dinledi. Kendisi değildi konuşan. Kendinden bir parçaydı. Ama neydi? Kimdi? Kalbi hızlandı. Başka bir şey hisseder gibi oldu. Elini kalbine götürdü ve hemen buldu. Kalbini tutup sarılmak istedi. Öyle sessizce sarılıp kalmak, bir şeyler daha hissetmek istedi. Bir süre sonra elinde bir el hissetti. Avuçlarına baktığında küçük bir el ve sahibini gördü. Bir çocuk kocaman gülümsedi. “Daha da sıkı sarıl” der gibi baktı. Usulca biraz da haylaz bir tonla “Elimi bırakma. Ben senin çocukluğunum. Bana tutun, bizi bırakma.” dedi, gülümsedi.
Kız kendiyle hasbihâl ederken bir çift el de geriye iteledi onu. Bu öyle hafif bir itmek değildi. Durmaksızın düşmeye başladı. Çığlık bile atamadan ellerinden kayıp giden çocuğa baktı. Ağlamadı, korkmadı, üzülmedi, sevinmedi de. Hissetmiyordu. Düşmek dışında hiçbir şey hissetmiyordu. Düşmenin sonu yoktu. Kendini bir an komşusu Ayşe teyzenin kucağında, bir an sokaktaki Pınar ablasının kollarında, düştükçe tanımadığı onlarca kadının kollarında buluyordu. Hepsinin gözlerinde aynı ifade vardı. Hepsi aynı bakıyordu. Dillerinden sadece kendilerinin duyduğu bir cümle dökülüyordu. “Yaşatmadılar. Ne ruhumuzu ne de bedenimizi. Utanmadılar da…”
Nihayet düşmüştü. Nihayet son bulduğunda, onu tutan son kişiye baktı. İfadesiz suratıyla annesi, hissiz kollarıyla sarmıştı kızını. Kulağına sabit bir sesle, herkesin sesiyle bir şeyler fısıldadı. Sonra da bıraktı. Kız düştüğü yerde gözlerini araladığında kapının kulpunu tutmuş sadece dudakları görünen bir adama bakıyordu. Morumsu dudaklardan hakaretler çıkıyordu. Arada bir bedenini iten eller hissediyor ama tepki vermiyordu. İçinden anımsamaya, uyanışının öncesini hatırlamaya çalıştı. Akıp giden hayatına baktı. Bir adama hizmet edip birkaç kadından telkinler alıyordu. Bir adama hizmet etmek için kendi gibi olanlar tarafından zorlanıyordu. Hayatı ellerinin arasından kayıp giderken ne gezdiği şehirleri ne de onları inşa etmek için çabaladığını hatırlıyordu. Adam susmuyordu, herkes konuşuyordu. Kız sadece ellerine baktı. Nasırlarını, toprağı ve kanı gördü. Ne olduğunu anımsamıyordu. Hissettiği tek şey utançtı. Bu utanç, sanki ona bırakılmış bir lanetti. Biraz utanç ve bir ses duyumsadı. Bir kadın kulağına fısıldıyordu; “Ayıptır, ayıplarlar. Sen kadınsın çekersin, erkek dert çekmez. Ses etme, utandırma kocanı.”
Camdaki kıza baktı, elinde bir bezle sehpanın önündeydi. Bir soruyla irkildi:
- Yağmurun tuzlu olduğunu biliyor musun anne?