Bir banka esir olmasından bu yana seneler geçmişti… Geçmişti gri tonlarında.
Asla ‘çıkılamayacak’ merdivenler taştan.
Esarete buyur eden dedi ki:
- Yürümenin tehlikesi çok işte. İşte görüyorsun pamuktan değil merdivenler ve teker teker
çıkmanın zamansal bir geriliği var! Sen de diğerleri gibi olacaksın, merdivenleri tek tek
geride bırakırken gün gelecek sıkılacaksın, ikişer, hatta üçer atlayacaksın ve inan bana
ayağın kayacak, düşeceksin. Gerisini biliyorum, biliyorsun, biliyorlar; düşerken başını
çarpacaksın, pamuktan değil ya merdivenler, sarının yanında bir de kırmızı olacak zihninden akıp griye karışan. Ne düşünürsen düşün, düşüncelerin ister mavi, ister mor, ister yeşil olsun, hangi renk olursa olsun dökülürken kırmızıya, ölürken griye dönüşürler! Bu fotoğrafı daha fazla renklendirmeye gücün yok.
Düşündü… Buyur edilmişti bu esarete, buyurun karşılığı ya kabul ya reddi. O kabul etti kendi isteği, kendi bezmişliği ile. Esaretinin sebebi ne olursa olsun, kim olursa olsun önemli değildi. Hikâyenin ana meselesi, bu esareti onun kabul etmiş olmasıydı ve eğer kişi kendi kurduğu cümlenin öznesi ise her türlü güce sahipti.
- Kabul ediyorum! Ben! Bizzat kendim! Her şeyimle! Olanımla bitenimle, bitirdiğimle bitiremediğimle, gördüğüm ve görmekten kaçtığımla, her şeyimle, senelerdir tahayyül ettiğim bu esareti kabul ediyorum!
Etmiştim, evet…
Buyur eden dedi ki:
- Di’ li geçmiş zaman için erken değil mi?
ve devam etti,
- Asla ‘inilemeyecek’ merdivenler taştan ve yürümenin
tehlikesi çok! Çıktığın kadar indiğin vakit -ki hayat dedikleri
böyle bir şey, öyle bir şey ki kimseye sadece çıkma hakkı
tanınmamış- işte hayat hem aşağı hem yukarıyken, merdivenleri çıktığın kadar indiğin vakit giderek hızlanır insan ömrü, ter içinde kalırsın, başın döner. Gerisini biliyorum, biliyorsun, biliyorlar; başın dönecek ve düşeceksin, düşerken başını çarpacaksın ve sarının yanında bir de kırmızı olacak zihninden akıp griye karışan. Ne düşünürsen düşün, düşüncelerin ister pembe, ister siyah, ister turuncu olsun, hangi renk olursa olsun dökülürken kırmızıya, ölürken griye dönüşürler! Bu fotoğrafı daha fazla renklendirmeye gücün yok.
Düşündü...
Buyur edenin zihnini duymasından korkarak düşündü; görünen gri olursa olsun, ne önemi vardı ki, bankın sarısı ile idare ettiği de yoktu. Çünkü, esarete sebep olan gölgeden öyle renkli ve dengesiz anılar çıkmıştı ki zamanında, buyur edenin bundan haberi yoktu ve onun habersiz olduğu her yerde ölesiye özgürdü, onun habersiz olduğu her yerde anıları biriktirdiği yerden çıkarması kâfiydi. Renklere bulardı kendini onlarla, yaşadığı dengesiz anlara hayret ederdi, hayret ettikçe kendini daha bir severdi; çünkü bilirdi insanın en güçlü hali başkalarından değil kendinden geçerdi. Meziyet başkalarını şaşırtmak değildi, kendini şaşırttıkça tanımazlığı, tanınmazlığı artıyor, bir sıfata konmadıkça özgürlüğüne daha bir inandırıyor ve en önemlisi de kendi inanıyordu. Güç buydu işte!
Bir banka esir olmasından bu yana seneler geçmişti... Geçmişti evet...
Esarete de evet ama bitirme özgürlüğü kendinde olduğu sürece esaret kof, renkler ise aslolandı!
Mesele sadece tercih meselesiydi o kadar;
Geçmişin renkleri mi yoksa geleceğin renkleri mi?
Bir karar vermedikçe geçmişle gelecek birbirine karışıp her defasında ‘gri’yi önüne koyacak, esir olduğu bankın sarısı ise sürekli canını yakacaktı.