CAN GÜRSES İLE SÖYLEŞTİK
1989 İstanbul doğumlu olan ve genç yaşına üç başarılı roman, üç çocuk kitabı ve sinema çalışmalarını sığdıran Can Gürses ile samimi bir sohbet gerçekleştirdik. "romanoku.org" sayfamızın ilk söyleşisine tereddütsüz olumlu yanıt veren Gürses'e teşekkür ediyor ve sizleri bu keyifli sohbet ile baş başa bırakıyoruz.
Söyleşi: Ali BEKTAŞ
Merhaba… Olmazsa olmaz sorulardan bir tanesiyle başlamak istiyoruz. Can Gürses için edebiyat ve dil neyi ifade ediyor?
Edebiyat, insan ruhunun dil üzerinden dile, vücuda, zamana ve hayata gelmesidir. İyi bir edebiyat eserinde okur kendisiyle karşılaşır ve o eserden aldığı gücü, aklı, sezgiyi hayatına katar.
Genç bir yazar olarak üç romanınız ve çocuklar için “İnce ile Uzun” serisinin üç kitabı yayımlandı. Sevilerek izlenen “Öyle Bir Geçer Zaman Ki” dizisinin diyalog yazarlığını yaptınız ve halen sinema üzerine çalışmalar yapıyorsunuz. Üretkenliğinizi en çok neye borçlusunuz? Eğitiminize yurt dışında devam etmiş olmanızın bunda ekili olduğunu düşünüyor musunuz?
Üretkenliğimin tek açıklaması ben olmamdır. Ben, ürettikçe var olabilen bir canlıyım. Yaşamımı ve zamanımın sonunda, ölümümü hak edebilmek için yaratabileceğim her şeyin en iyisini, en güzelini ortaya koymak arzusuyla kendimi, kendi canımı, kendi aklımı, kendi kalbimi ortaya koyuyorum. Başka bir yol ne biliyor ne de arıyorum.
Beyaz perdeye uyarlanmış kitaplarla ilgili şu cümleyi çok duyarız: “Okumadım, ama filmini/dizisini izledim.” Bu cümlenin sizin romanlarınızdan birisi için söylenmesi durumunda ne hissederdiniz? Romanlarınızın sinemaya uyarlanmasını ister misiniz ve isterseniz ilk tercihiniz hangi romandan yana olurdu?
Sinema benim çocukluk tutkumdur. Ancak söz konusu uyarlama olunca, evvela eserin hakiki hâlinin yani edebiyat hâlinin okunması gerektiğine inanır ve bunu savunurum. İlk iki romanımın (“En Güzel Günlerini Demek Bensiz Yaşadın” ile “Kırık Beyaz”) sinemaya uyarlanması gündeme geldi ancak gerçekleşmedi. Sinemaya en uygun romanım bence “Kırık Beyaz”dır. “En Güzel Günlerini Demek Bensiz Yaşadın” ile “Ölüyordum, Geçerken Uğradım”ı tiyatroya yakıştırıyorum; bir gün ikisini de tiyatro sahnesinde görmek isterim. Her ikisini de tiyatro oyunu olarak yazsaydım, yönetseydim, nasıl yapardım diye az hayal kurmadım...
Bize mutlaka okumalısınız diyebileceğiniz beş yerli beş yabancı yazar ve/veya eser ismi söyleyebilir misiniz?
Emily Bronte- tek romanı olan “Uğultulu Tepeler”
İvan Gonçarov- “Oblomov” adlı romanı
Marguerite Duras- yazdığı her şey
Virginia Woolf- yazdığı her şey
Franz Kafka- yazdığı her şey
Edip Cansever- her bir sözcüğü
Sait Faik- tüm hikâyeleri
Behçet Necatigil- tüm şiirleri
Sevgi Soysal- yazdığı her şey
Oğuz Atay- yazdığı her şey
Üç romanınızın ismi de en az içerikleri kadar dikkat çekici. Bu isimleri nasıl seçtiniz? Önce yazıp sonra isim mi verdiniz yoksa ismi verdikten sonra mı yazmaya başladınız?
Her romanımı uzun uzadıya düşleyip, inceden inceye kurguladıktan sonra yazmaya geçmeye bir kala onu tarif eden tonu ve sözü söylerim kendime. İlk romanım “En Güzel Günlerini Demek Bensiz Yaşadın”ı yazmaya geçmeden evvel romanın tonunu gül kurusu, sözünü ise “ah” olarak tanımlamıştım. Böylece romanımın ismi de kendini duyurmuş olmuştu: "Ah."
Sevdiğim şiirler ve şarkılar, can okurum iyi bilir ki romanlarımın dünyasını oluştururken başvurduğum ve muhakkak romanıma kattığım büyülerdir. En Güzel Günlerini Demek Bensiz Yaşadın’a kurduğum, aile bireylerinin birbirlerini sevmedikleri yemekler üzerinden anlattıkları aile sofrasına da hep bir şarkı eşlik eder. Bu şarkılardan en can alıcısı Huysuz ve Tatlı Kadın’dır. Bilhassa şarkının “en güzel günlerini demek bensiz yaşadın” güftesi romanın kalbini açık eden andır.
Çünkü bu güfte, hem acı hem aşk hem kırgınlık hem hasret hem serzeniş hem sevgi ile ah eden bir güfte. Romanımı yazdığım süre boyunca romanın ismi Ah idi. Hâlâ daha Ah’tır benim için.Ne var ki romanımı bitirdiğim zamanla yayınlanan zaman arasındaki maceralı mücadelemle geçen üç yılın sonlarına doğru aynı isimli bir kitap yayınlandığı için romanımın ismini değiştirmem gerekti. Biraz huysuzlanıp, başka bir isim katiyen olmaz dedikten hemen sonra aklıma romanı en iyi anlatan o güfte geldi: “en güzel günlerini demek bensiz yaşadın”. Böylece ilk romanımın esas ismi kendini buldu. Belki de başından beri alması gereken isim buydu.
Kırık Beyaz ise gene o yazma öncesi arafta romanın tonunu tanımlayışımdı. Malum, Kırık Beyaz, bir insanın hayatının dönemlerini (çocukluğunu, gençliğini, yalnızlığını, aşkını...) gökkuşağının renkleri üzerinden anlatır; haliyle kitabın isminin bir renge tekabül etmesi de oldukça doğaldı. Bu dünyada saflığını koruyarak var olmanın, kırılmadan bulanmadan beyaz kalmanın mümkün olup olmadığını şiirce sorgulayan bu romana en yakışan isim Kırık Beyaz olacaktı. Böylece, daha yazmadan romanım ismini duyurmuş oldu.
Ölüyordum, Geçerken Uğradım’ın isminin hikâyesine gelirsek... Kırık Beyaz’ı henüz tamamladığım dönemde bir şiir yazmıştım. Yazdığım o kısacık şiirde –üçüncü romanım Ölüyordum, Geçerken Uğradım’ın altı yüz sayfasında anlattıklarımı- aşkın zaman ve şehirle ilişkisini konu edinmiştim. İstediğim gibi anlatamadığımı fark etmiş ve fakat anlatmak isteyeceğimin bu olduğunu anlamıştım.
Böylece o şiirin romanını yazmaya karar verdim. Şiirin bir dizesi “ölüyordum, geçerken uğradım” idi. Gördüğünüz üzere romanlarım daha yazılmadan kendi isimlerini hep kendileri seçti. Bana sadece onlara isimleriyle hitap etmek ve isimlerine yaraşan hikâyelerini dile getirmek kaldı.
"En Güzel Günlerini Demek Bensiz Yaşadın” adlı ilk romanınızda eşyaları dile getirdiğinizi görüyoruz. Eşya bolluğunun ve tüketim çılgınlığının zirvede olduğu bir çağda eşyalarla iletişime geçmenin size özel bir formülü var mı? Dile gelse insandan daha güzel konuşur dediğiniz ve özel önem verdiğiniz eşyalarınızdan da bahsetmek isterseniz seve seve dinleriz/okuruz :)
Romanda söz verdiğim her eşya, günümüzün tüketim çılgınlığına tezat, kıymetli, biricik, anlam ve hatıra dolu zaman parçaları, hayat tanıkları. Sözgelimi, romanın merkezindeki anne Edibe, bir ömür aynı el emeği göz nuru aynada görüşür kendisiyle. Tüm hayatını o aynadan seyreder. Aynaya yansıyan kendi suretinde hasretini çektiği insanlarına kavuşur. Romanda aile bireylerinin her birine söz verişim, bu bireylerin hayatını üzerinden okuyabileceğiniz eşyalara söz verişimle aynı sebepten: Bir ailenin tarihini farklı bakış açılarından sunmanın elzem olduğuna inanç. Romanlarımda tercih ettiğim bu çoklu anlatının özünde bütüne ulaşma, hakikati eksiksiz resmetme gayreti yatar. Bir hikâyeyi ancak tüm taraflardan dinlersek, olan bitenin yahut olamayan ve bitemeyenin tüm detaylarını bilirsek, özünden kavrayabileceğimize inanıyorum. Gelgelelim, bazen yazar, tek bir anlatıcısı olsun isteyebilir; yahut her şeyi kendisi -her kimse o yazar denilen- anlatsın isteyebilir; çünkü hikâyesinin tek bir doğru ekseninde anlaşılmasını diler. Anlamı okura bırakan yazarsa, bir anlatı orkestrası yaratır. Benim anlatı orkestramda eşyalar hayati önem taşır. Zira insan, yalnızlıkla çevrilidir ve bir insanı, yalnızlığını reddeden bir başka insandan ziyade yalnızlığıyla barışık bir eşya çok daha iyi görür, anlar ve anlatır.
Benim hayatımda da dile gelse neler neler anlatır dediğim, hafızası kuvvetli, sayısız eşya var. İlk aklıma gelenler vaktiyle annemle babamın çalışma masası olan yazı masam, anneannemle dedemin evlenince taksitle aldıkları ve şu an benim evimde bulunan emektar kitaplık ve koltuklar, çocukluğumdan beri çeşitli evleri gezmiş kimi aynalar, perdeler, halılar, elimin şeklini almış dolma kalemlerim, çocukluğumdan beri yerinde duran kimi çerçeveler, çocukluk evimin duvarı, benimle dünyanın bir ucuna gidip gelen canım kitaplarım, her şeyimi bilen sandıklar dolusu defterlerim, her dönemime tanıklık eden elbiselerim, küpelerim, saç bantlarım, yıllardır geçtiğim her sokağı her hikâyeyi ezberleyen botlarım, aldığım mektuplar, kartpostallar, baktığımda ürpererek tüm hayatımı seyrettiğim günlüklerim, romanlarımın el yazmaları...
Eşya konusu açılmışken… Yazma ritüelleriniz var mıdır sorusunun yanıtını da almadan geçmeyelim isteriz…
Her an her yerde yazabilme becerisiyle lanetlenmişim. (Kendimi güvende hissetmemi sağladığı için ve bir anda yazma hastalığım nüksederse diye çantasında daima ilacını taşıyanlar gibi ben de sokağa hep defter, dolma kalem ve kartuşlarımla çıkarım.) Yazı, benim için kendiliğinden gerçekleşen zamansız var oluş biçimim. Mutluluk yahut mutsuzluk gibi kendine has bir ruh halim: Cehennemimdeki cennete ziyaretim, hakikatimde hayale sığınmam, acımdaki şifaya sarılmam.
“Ölüyordum Geçerken Uğradım” isimli son romanınızda okuyucuyu aşk, tutku, tarih, zaman ve tabii ki İstanbul yolculuğuna çıkarıyorsunuz. Direksiyonda Can Gürses var. Bizi nereye götürmek istiyorsunuz veya bizleri bir şeylerden mi kaçırıyorsunuz?
Âşıkların bir günü on yıla bedeldir düşüncesinden yola çıkarak, âşıkların on gününde İstanbul’un ve Türkiye’nin yüz yılını anlatıyorum. Böylece okurumu hem aşkın zamansız tarihinde hem de ülkemizin yüz yıllık tarihinde bir yolculuğa davet ediyorum. Okurumu götürdüğüm geçmiş onları daha iyi bir gelecek hayaliyle harekete geçirsin istiyorum. Şehrin, memleketin direksiyonunu ellerine almaları isteğiyle zamanın insanımızı nelerden geçirdiğini hatırlatıyorum. Değişimin yönünü, hızını fark ettirme çabamın özünde seyrin değişmesi umudum saklı.
Romanınızda on günde yüz yıl su gibi akıp geçiyor. Mahur ve Nafiz’in aşkına şahitlik ederken okuyucuyu aynı zamanda tarihi tanıklığa davet ediyorsunuz. Bu zor ve çarpıcı kurguyu oluşturmak için ne kadar zaman ayırdınız?
En büyük vakti (elbette seçicilik göstererek yaptığım) yüz yıllık İstanbul ve Türkiye tarihi okumaları kapsadı. Romanı yazmak çok daha kısa bir vaktimi aldı. Romanı düşlemek, okumaları tamamlamak ve nihayetinde yazmak toplamda dört yıla yakın sürdü...
Bildiğiniz üzere 2018 yılı özellikle yayıncılık sektörü açısından çok kritik geçti. Birçok dergi, yayınevi kapandı ya da küçülmek zorunda kaldı. “Kitaplar çok pahalı abi ya” gibi bir ezberin de olduğu günümüz dünyasında bir yazar olarak bu durum sizi tedirginliğe itiyor mu?
Ülkemizde üretim her alanda ürkütücü oranda azaldı. Kâğıt üretimi de bundan payını aldı. Kitap, güçlükle yayınlanır oldu. Muhakkak yeniden yerli kâğıt üretimine dönmeliyiz. Bu zorlu süreç bize üretimin kıymetini hatırlatmalı. İhtiyacınız olduğunu düşündüğünüz birçok şeyden vazgeçebilirsiniz. Ancak kitaptan asla vazgeçmemelisiniz, hele böyle kritik dönemlerde kitap (elbette iyi kitap, saf edebiyat) edinebileceğiniz en paha biçilmez mücevheriniz olacaktır. Kitabevlerinin ve kitap satan internet sitelerinin indirimlerinden yararlanarak, iyi araştırarak incelikle seçeceğiniz kitaplara erişebilirsiniz. Kitabın fiyatından yakınan birçok insan sırf alışkanlıktan ve sosyal algı kaygısından dışarda bir kahveye, bir kuru keke ne paralar ödüyor... Lüks sayılan şeylerden kısarsanız hiçbir şey kaybetmezsiniz; ama kültürden kısarsanız çok şey kaybedersiniz.
Halihazırda kendilerine çok kazandıracak basmakalıp, gelir geçer kitapları, nitelikli edebiyata tercih eden yayıncıların her zaman dar bir alan açtıkları saf edebiyat eserlerinin bu koşullar altında yayınlanma şanslarının iyice azalacak oluşundan; genel ölçekte ise ülkemin bunca dışa bağımlı oluşunun gelecekte alabileceği hâlin karanlığından tedirginlik duyuyorum. Her anlamda ve her alanda nitelikli, yerel üretimin desteklenmesi aydınlık bir gelecek için olmazsa olmaz.
Yeni romanınız için gün saymaya başlayalım mı?
Henüz değil... Zira şu aralar bir sinema senaryosu yazıyorum. Ancak vakti gelince yazacağım yeni romanımın konusu da üslubu da belli. İsmi bile belli, ama bende kalsın şimdilik! Ölüyordum, Geçerken Uğradım’dan bile çetrefil bir fikre sahip... Zaman zaman, ağır ağır, hınzır hınzır düşlüyorum onu.
Sahilde oturmuş, “Kafka’nın Günlükleri”ni okuyan bir çocuk vardı. O çocuk büyüdü mü ? :)
Küçük ve büyük çocuklar için yazdığım masal serisi İnce ile Uzun’da şöyle bir söz var: “Büyüyememiş yetişkinler çocuk kalırlar. Büyümüş çocuklar çocuk olurlar.” Ben, büyümüş çocuklardanım.
Son olarak, “romanoku.org” takipçilerine/okuyucularına iletmemizi istediğiniz bir mesajınız var mı? diyoruz ve size samimi yaklaşımınız için teşekkür ederek, edebiyat/sinema yolculuğunda başarılar diliyoruz…
İyi edebiyatın her türünde keşfedilmeyi bekleyen nice parıltı, nice gökyüzü, nice sonsuzluk vardır. Gelgelelim siz takipçilerinizi evvela roman okumaya yüreklendirmek istediğiniz için roman özelinde bir söz etmem gerekirse, iyi bir romanda hayatınız saklıdır, derim, söyleşinin başında da söylediğim gibi. Sizin için anlatılan hikâyeleri bulun, okuyun, daha çok ve daha iyi siz olun.