Görkem Yıldırım DÜZEN
07.11.2020
AT ÇALMAYA GİDİYORUZ
Pet Peterson tarafından 2003 yılında kalem alınan roman Norveç Kitapçılar Ödülü’nü ve Norveç Edebiyat Eleştirmenleri Ödülü’nü almıştır. Yine 2007 senesinde NewYork Times gazetesinin yayımladığı “Yılın En İyi Beş Edebiyat Yapıtı” listesinde yer almış ve aynı zamanda filme de uyarlanmıştır.
Romanda anlatım 1999 yılından başlasa da 1942 yılına kadar geriye gider. Yazarın sıkça yapmış olduğu zamansal geçişler okuru zorlasa da dikkatli okunduğunda kurgu daha kolay anlaşılır bir hâl alır. Romanda uzun betimlemeler yapılırken diyaloglar oldukça kısadır. Norveç coğrafyasını ve bireyselliğin ön planda olduğu farklı bir yaşam şeklini okura sunmasıyla da roman okunmaya değer. Bize farklı gelen bir yan da bu diyalogların kısa olması sebebiyle roman kahramanları arasındaki bağı kurmanın okuyucuya bırakılması. Sezgisel bir anlatım söz konusu. Az diyalogla çok şey anlatan bir roman At Çalmaya Gidiyoruz.
Roman; anlatıcı ve aynı zamanda Roman kahramanı da olan Tront’un eşini trafik kazasında kaybettikten sonra 67 yaşında Norveç’in doğu ucunda bir göl kıyısındaki evde inzivaya çekilmesiyle başlar. Anlatıcımız bütün yaşamı boyunca yalnız kalma özlemi yaşadığını söyler. Ancak işler hiç de planladığı gibi gitmez. Komşusu Lars ile tanıştığında kendi geçmişinde unutamadığı tüm anılar bir bir gün yüzüne çıkar.
Tront Lars ile karşılaşmasından sonra, 1948 yılında henüz 15 yaşındayken babası ile çıktığı tatili anımsar. Annesi ve ablasının evde kaldığı o tren yolcuğu boyunca Tront çok mutludur. Tüm olayların geçtiği Norveç’in İsveç’e yakın bir yayla kasabasında birlikte tatil yaparlar. Orada yaşayan ve yakın arkadaşlık kurduğu Jon ile vakit geçirirler. Birlikte at çalmaya gittiklerini söyleseler de aslında bir başka çiftlik sahibin atlarını yakalayıp binmeye çalışırlar. Jon, Tront’un babası ile hiç konuşmaz, göz göze gelmez ama bunun sebebini Tront hiç merak etmez.
Tront çevresindekilerce de çok sevilen babasına hayrandır. Bir gün bahçede zararlı otları biçerken babası ona neden ısırgan otlarını biçmediğini sorar. O da acıttığını söyler. Babası da Tront’un aklına kazınan şu sözü söyler: “Ne zaman acıtacağına sen kendin karar verirsin,” der ve çıplak elleriyle ısırgan otlarını biçer ancak yüzünde acı çektiğini gösterir hiçbir iz yoktur.
At çalmaya gittikleri günün ertesi Jon’un ikiz kardeşlerinden biri olan ve yıllar sonra Tront’a komşu olan Lars, Jon’un evde unuttuğu tüfeğiyle oynarken, yanlışlıkla ikiz kardeşi Odd’u kalbinden vurur. Lars o tarihte 10 yaşındadır. Jon tüfeği evde unutması sonucu kardeşinin ölümünden dolayı kendisini suçlar ve evi terk ederek denizlere açılır.
O yaz Tront ile babası, İsveç’e satmak için tomrukları keserler. Kendilerine babasının yakın arkadaşı Franz, Jon’un babası ve annesi de yardım etmektedir. Jon’u ise kardeşi öldükten sonra bir daha görmez. Jon’un annesi her gün onlara yemek yapıp getirmektedir. Aslında romanın asıl kahramanları olan üç kişinin adına yer verilmez; Jon’un annesi, babası ve Tront’un babası… Jon’un annesine hayranlık duyan Tront kendi babasının da ona aynı gözlerle baktığını hisseder. Babası ile bu konu hakkında hiç konuşmazlar. Jon’un babası tomruk işi sırasında bir kaza geçirir ve hastaneye yatar. Bir daha da evine dönmez. Tront , Jon’un annesi ile kendi babasının yakınlaştığını görür. Tront bu olanlara bir anlam veremez. Babasının yakın arkadaşı olan Franz ona bilmediği tüm gerçeği anlatır.
Tront yıllarca babasının ne iş yaptığını bilmez hatta evlerinin bulunduğu Oslo’dan bu kadar uzak bir dağ kasabasına neden geldiklerini de babasına sormaz. Ancak tüm yaşananları babasının isteği üzerine Franz ona anlatır.
Tront’un babası, Jon’un annesi ve Franz, Alman İşgali döneminde Almanlara karşı ülkelerini işgalden kurtarmak için direniş hareketine bağlı çalışırlar. İsveç’e posta ve insan taşırlar. At Çalmaya Gidiyoruz sözü de direniş hareketinin içinde olan ancak o tarihte birbirini tanımayan babası ile Franz arasında birbirlerini tanımaları için bir paroladır. Çünkü babasının gizli belgeleri taşıyabilmesi için sınıra yakın korunaklı bir yere ihtiyacı vardır. 1942 yılıdır. Jonun annesi İsveç’e kaçacak bir direnişçiye yardım ederken Alman askerleri tarafından fark edilir ve yanındaki adam Alman askerlerince öldürüldüğünde Tront’un babası ile elele İsveç’e kaçarlar. Tront, babasının hiç bilmediği bir hayatı olduğunu öğrenir. İşgal bittiğinde 1945 yılında Almanlar Norveç’ten geri çekildiğinde babası eve geri döner. Geldiği günü o tarihte 12 yaşında olan Tront şöyle anlatır. “Görebildiğimiz kadarıyla hiçbir yerinde sakatlık olmamasına karşın sanki bir boşluğun içindeymiş gibi son derece yavaş yaklaşan babama bakıyorduk ”der. Babasının o ruh halinin sebebini 1948 yılında Franz ile konuştuğunda anlar.
Babası Tront’un kendisi hakkında gerçekleri öğrenmesinden hemen sonra onu eve gönderir ve arkasından tomruk işi bittiğinde kendisinin de eve döneceğini söyler. Tront günlerce babasını tren istasyonunda bekler. Bir gün babasından bir mektup gelir. Mektupta eve geri dönmeyeceğini eşi adına İsveç’te bir bankaya tomrukların parasının yattığını ve gidip çekebileceğini söylemektedir. Tront babasını tamamen kaybettiğini babasının Lars ve Jon’un annesi ile kaldığını anlar. Annesi ile İsveç’e giderken yine bir tren yolcuğu yaparlar ancak bu babası ile yaptığının aksine çok bunaltıcı bir yolculuktur. Babasına, annesi ile kendisini bir başına bıraktığı için kırgındır.
Borç para bulup tren bileti alarak, İsveç’ e vardıklarında bankaya yatan paranın çok az bir meblağ olduğunu görürler. Annesi bu para ile Tront’a güzel bir takım elbise alır. Kol kola eve dönüş yoluna çıktıklarında Tront yumruğunu sıkmış ve tırnakları yüzünden eli şişmiştir. Ancak yürüdüğü o yol, takım elbisesi gözüne harika görünür ve kendi kendine babasından ilk duyduğunda aklına kazınan ve romanın da son cümlesi olan “ Canımızın ne zaman acıyacağına gerçekten kendimiz karar veririz ”der.
Tront romanın bir bölümünde “Lars’a sormaya cesaretim yok.” der. “Aslında benim yerimi mi aldın sen? Yaşamda bana ait olması gereken yıllarımı mı aldın elimden?” Babasına özlemle büyümüş Tront’un karşısında, annesinin Tront’un babasına olan aşkı yüzünden öz babasını kaybetmiş, tüm ailesi dağılmış ve üvey babayla büyümek zorunda kalmış bir adam olan Lars vardır.
Tront inzivaya çekildiği kasabada insanlara eşini kaybettiğini, iki kızı olduğunu, emekliliğe ayrıldığı için orada yaşamaya karar verdiğini anlatır. Bu anlattıkları üzerine şunu söyler:
“İnsanlar onlara bir şeyler anlatmanızdan hoşlanıyorlar, mütevazi ve güven veren bir ses tonuyla yeterince şey anlatırsanız sizi tanıdıklarını sanıyorlar, ama aslında tanımıyorlar, sizin hakkınızda bir şeyler öğreniyorlar sadece, çünkü öğrendiği şeyler olgular, duygular değil; herhangi bir şey hakkında ne düşündüğünüzü, başınıza gelenlerin ve verdiğiniz kararların sizi nasıl siz yaptığını bilmiyorlar. Onların yaptıkları şey kendi duyguları, düşünceleri ve tahminleriyle boşlukları doldurmak, sizinkiyle çok az ilgisi olan yepyeni bir yaşam yaratmak, böylece artık güvendesiniz.”
Sahi güvende miyiz?